28 Aralık 2015 Pazartesi

Bilimi Kıskanıyorsunuz!

Bilimi Kıskanıyorsunuz!

Merhaba,
Bugün biraz kızgınım bazı insanlara.
Onlara insan derken de insanlara yaptıklarından dolayı utanıyorum insan olmaktan.

***

19-26 Aralık tarihleri arasında Kahramanmaraş ilimizde bir katliam yaşandı. İnsanlığın onaylamadığı ama ülkemizde bazı dinci ve ırkçı grupların gerçekleştirdiği katliamlardan biriydi bu.
Yalnızca orada mı?
Değil elbette, daha pek çok yerde yaşandı. Hala da yaşanıyor ülkemizde, dünyanın pek çok yerinde.
İstedikleri kadar dinden imandan, milliyetten, vatandan milletten söz etsinler para etmez. Tarih ortada ve kimin ne yaptığı görülüyor. Bugün de aynı yöntemlerle, aynı idealler uğruna katliamlar yapılıyor.
Ancak katiller, katil olduklarını kabul edecekler bir gün. Geçmişte yaşanan katliamlarda etkili olanların ettiklerini bulacakları günler yaklaşıyor. Eğer insan iseler vicdanlarının sesi kendilerini yaşlandıkça rahatsız edecektir. Hele de "ahret" inancı olanlar (gerçekten "inanıyorlarsa") cellât olduklarını da kabul edeceklerdir.
Ve,

Cellât uyandı yatağında bir gece
"Tanrım" dedi "Bu ne zor bilmece:
Öldürdükçe çoğalıyor adamlar
Ben tükenmekteyim öldürdükçe...


Gelin görün ki kin kusmaya devam ediyor bazıları. İnsanlara hakaret edenler, adaletsizliği ve eşitsizliği artıranlar yalnızca kendilerini düşünmekle kalmıyor uluslararası alanda da yer edinme sevdasını güdüyorlar.
Bu da yetmiyor onlarca insanı yakanlara avukatlık yapanlar bir araya geliyor ve haktan adaletten söz ediyorlar. Sorunların çözümünü demokrasiden yararlanarak demokraside değil teokraside aramayı seçenlerle birlikte hareket etmenin "hazzını" yaşıyorlar.
İnsana insan gözüyle bakmadıktan sonra senin dinin, ırkın, yurdun ne olursa olsun.
Batının sırtından geçinen bir doğu...
Evet. Yüzyıllar öncesinde bilimi dışlayanlar batı bilimi kabul edip öne çıktıktan sonra batının buldukları üstünde yaşamaya başlayanlar şimdi başladılar. "Şu da Kuran'da vardı bu da Kuran'da vardı." Vardı da neden göremediniz körler! Ebu Süfyan'ın, Muaviye'nin, Yezit'in yolunda gideceğinize Ali Kuşçu'nun, İbni Sina'nın, Farabi'nin, İbni Rüşt'ün, İbni Haldun'un yolundan gideydiniz siz de bulurdunuz.
İnsanlığa hizmet eden hiçbir buluşta adınız yok!
Sakın yukarıda adlarını saydıklarımdan söz etmeyin, onlar sizden değil bilimden yana.
Halk kültürünü radyolarda dile getiren, kitaplarında yazan Ümit Kaftancıoğlu ne yapmıştı size?
Muammer Aksoy, Bahriye Üçok, A. Taner Kışlalı, Uğur Mumcu, Çetin Emeç, Abdi İpekçi ve daha niceleri?
O kadar bilim adamını neden öldürdünüz?
Biriniz kalkıp yanıt veremezsiniz.
Yaptığınız nedir biliyor musunuz?
Kıskançlık!
Bilimi kıskanıyorsunuz!
Bilim ve teknoloji dünyasında dini siyasete, ticarete alet eden gördünüz mü?
Bilim ve teknoloji dünyasında insanlığa hizmet eden hiç sağcı gördünüz mü?
Göremezsiniz!
Amacınız da din falan değil; düpedüz para!
Hiçbir şey yapamamanın bunalımı ile dini siyaset ve ticarete alet ederek "ben"inizi ve cebinizi doyuruyorsunuz.
Para ne zaman elinizden giderse, yani parasız kaldığınız zaman halkın dininden elinizi çekeceksiniz ama iş işten geçmiş olacak.
Sizleri maşa olarak kullanan Emperyalizmin-Faşizmin kanlı elleri yok olduğu zaman insanlık daha rahat olacaktır.

***

Bugün içimde olanları biraz olsun anlatmaya çalıştım.
Senin bireysel sorunlarını da unutmadım elbette.
Kolay değil insanın sevdiği insanlardan ayrılması.
Kolay değil en yakınlarının birbirinden ayrılması.

Her gününün birbirinden daha güzel geçmesini, yarınının aydınlık ve güzel olmasını diliyorum.

Radikal Blog, 24 Aralık 2015

23 Aralık 2015 Çarşamba

“Yitirdik neyimiz varsa güzelden yana”

“Yitirdik neyimiz varsa güzelden yana”
 Merhaba,

Sana yeni tanıdığım genç bir kızdan söz etmek istiyorum. Sevimli, içten bakışlı, gözlerinde ince bir acının etkisi belli oluyor. Kendisini görmedim ama fotoğraflarını gördüm. İnternet ortamında ne kadar gerçekçi olursa o kadar işte.
Bir gün, "Ben korkuyorum" dedi.
"Korkma... Yaşamdan korkulmaz, yaşama sarıl. Okumayı severim dedin. Şiir sever misin?
En sevdiği şiirin 35 Yaş olduğunu söyledi, "Cahit Sıtkı" dedi. Edebiyata ilgisi beni de ilgilendirdi. Çünkü şiiri sevmek farklı bir duygudur.
"Onun yanıtını da biliyor musun?" deyince, "Yanıtı var mı? Aaaa! Bilmiyorum" dedi. "Şarkıların Şairi; İlkan San" yazımdan bir bölüm gönderdim.
"Cahit Sıtkı Tarancı'nın "Otuz Beş Yaş" şiirine benzek olarak yazdığı "Gel gör ki" şiirinden birkaç dizeyi birlikte okuyalım."

Yitirdik neyimiz varsa güzelden yana
Bozuk para gibi harcıyoruz birbirimizi
Doğru olanı terk ettik, yanlışa saptık
Kardeş kanına buladık elimizi
Kimse kurtaramaz Tarancı, kimse bizi


"Harika!" dedi. Tamamını okumak isteyip istemediğini sorduğumda "Elbette" dedi, şiirin tamamını.
Kırk yıl önceki şiirin bugün için daha da güncelleştiğini düşünüyorum. Üstelik simgeye, imgeye, bilmem neye sapmadan, sade bir biçimde dile getirmiş. İlkan San'ın şiiri 29 Mayıs 1976 tarihli Milliyet Gazetesinde "Günün Şiiri" olarak yayınlanmış olup, www.ilkansan.com/ sitesinden okunabilir.
Genç kız bir gün, "Kendini anlat bana, seni tanımak istiyorum. İlk kez birini tanımak istiyorum. Evet, seni." dedi.
"Tanımazsanız bilmezsiniz" deyince de, "Anlat o zaman" dedi. "Gözlerime bakma ne olur" şiirimi okudum kendisine.

Gözlerime bakma ne olur
Bana anımsatma yitmişliğimi
Yalnızım koca şehirde
Bırak, yalnız kalayım
Bana anımsatma kimsesizliğimi

(Urfa, 1972)

Öğretmenliğin ilk yılı, yani 44 yıl önce bu zamanlar yazmıştım. 19 yaşında bir gençtim, Urfa'da göreve başladığımda...
"Evli misin?" diye sorunca, "41 yıldır" diye yanıtladım ve sürdürdüm.
"Senin yaşında iken 2 çocuğum vardı. Ozan 41, Gül 38 yaşında, daha sonra Yazar 33."
Bu kadarının yeterli olduğunu belirtti. Yaşamın ile ilgili olarak kişisel siteme (http://benbirsitus.webnode.com.tr) göz atabileceğini belirttim.
"Sana iyi geceler son zamanlarda köşe yazılarımı mektup olarak yazdığımı söylemiştim yine yazacağım. Belki sana da yazarım, ikizin konusu beni çok üzdü" deyince, "Yazma, istemiyorum, bana acıman için anlatmadım sana kendimi" dedi.
"Sana acıdığımı da nereden çıkarıyorsun? Üzüldüğümü belirtiyorum ya... Sen istesen de üzüldüm, istemesen de ama sana acıdığımı söylemedim. 'Herkes kendi payına yaşar dediğimi' unutma."
"Ben de sana kendi payıma değil kardeşimin payına yaşadığımı söyledim" dedi.
"Peki... Sen nasıl istersen... Yaşam senin... "Herkes kendi payına yaşar" derken herkesin benzer şeyleri yaşamayabileceğini belirtmek için söylemiştim. Herkesin yaşamı ayrıdır. Bazı benzer yönler olsa da..."
"Ben artık senle konuşamam, iyi geceler" dedikten sonra ben de "iyi geceler" diledim. Ama o ekledi; "İyi bir insansın fakat hayat bir yerde seni çeker alır. Anlamazsın, karşı koyamazsın, laf söyleyemezsin. Seni sevdim ama yollarımız ayrılmak zorunda.
"Teşekkürler. Sen bilirsin. Ben de seni sevdim"
"Ben teşekkür ederim canım" dedi bu kez. Biraz önceki çatışmalı tavrı değişmiş gibiydi.
"Ama yaşamı sev" deyince, "Yaşam he yaşam, güldürme beni" dedi. Ben de "Gülmek de kötü değildir" dedim. Yine ters yanıt verdi; "Kendine iyi bak, konuşmak istemiyorum zor dayanıyorum. Kendime gelmem lazım. Keşke 41 sene önce tanışsaydık. İyi geceler."
Bir trafik kazasında yanında kaybettiği ikizinden söz etmişti. Kendisi söz etmemi istemediğinden söz etmek istemiyorum. Ancak trafik kazalarının en büyük kıyımlardan biri olduğunu anımsatıyorum.
"Yitirdik ne varsa güzelden yana" diyen İlkan San'ı yedi yıl önce yitirdik, sonsuza uğurladık. Acaba güzelden yana olan şeyleri yeniden bulabilecek miyiz dersin?
Bir daha yazarsam yine gençlikten, gençlerden söz etmek istiyorum. Senin de görüşlerini elbette ki alacağım.
Selam ve sevgilerimi iletiyor, gençlere de başarılar diliyorum.


18 Aralık 2015, Ankara

Süleyman ÖZEROL
Radikal Blog, 18 Aralık 2015

21 Aralık 2015 Pazartesi

Cezaevine Mektup

GÖNDERİLMEMİŞ MEKTUPLAR-V

(Cezaevine Mektup)

Sayın Armutlu,

Yerel basının hangi koşullarda yaşamını sürdürmeye çalıştığını 1998 Haziranında Malatya Yorumun yazı işleri müdürlüğüne başladığımda daha iyi anladım. Ondan önce mi?.. 27 Şubat 1998’e kadar sınıf öğretmenliği yapmaktaydım. Yirmi altı yıllık çalışmadan sonra emekli oldum.
Gerçekten de Malatya gibi bir yerde yerel gazete olarak varlığını sürdürmek o kadar kolay da değil. Başka yerlerdeki yerel gazetelerin de bizden farklı konumda olduğunu sanmıyorum. Herkese pencere olma kaygısıyla hareket ederken, herkese hitap edebilmek ve yeterli olmak da zorlaşıyor. Arkamızda herhangi bir holding olmadığı gibi, okurlarımızın maddi-manevi katkıları ile yerel sorunlara ağırlık vererek yaşamımızı sürdürmeye çalışırken pek çok zorlukla karşılaşıyoruz.
İnsanların bireyselliği ön plana çıkararak toplumsal kaygılarını ve duyarlılıklarını bilinçaltına attığı sürece sayfalarımıza yansıyanlar da yetersiz kalıyor. Birey olmanın, iradenin özgürleşmesinin ve toplumsallaşmanın demokrasiyi özümsemekten geçtiğini unuttuğumuz zaman yabancılaşmanın kaçınılmaz olduğunu görüyoruz. İnsanın kendine yabancılaşması kadar da toplumsal dengeyi bozacak bir etken olamaz.
Sizi tanımıyorum ama gazetemiz adına bana mektup yazmanıza memnun oldum. Konumlarımız ayrı olabilir. Sizin teniniz beyaz, benimki siyah olabilir. Siz Konyalı ile oynayabilirken, ben bir Arguvan türküsü ile hüzünlenebilirim...

Yüksektir ayvanı yele karşıdır
Bülbülün figanı güle karşıdır
Bakman benim gülüp eğlendiğime
Benim eğlenmem ele karşıdır


Ancak, en önemli bir ortak özelliğimiz var; insan olmak!

Şair, “Mahpusluk zor zanaat” der, ama yaşamın kendisi zor zanaat aslında. Arkadaşınıza gönderdiğim “Televizyonu Nasıl Buldum?” adlı kitapçığımı okuduysanız nasıl zorluklarla karşılaştığımı, bununla birlikte kültür-sanat olayıyla ilişkilerimi göreceksiniz.
Saz çalıp söylemek, resim yapmak, gazete-dergi-kitap hazırlamak, televizyon-radyo programları yapmak ve programlara katılmak, makale yazmak, halk kültürü ile ilgili derleme-araştırma çalışmaları yapmak gibi uğraşı alanlarım ve bunlarla birlikte sivil toplum örgütlerinde etkinliklerim var.
Ne demişti ressam Balaban?
“Sanat, yaşantının izdüşümüdür.”
Sanat, yaşantının izdüşümü, kültür ise kendisidir, yaşam biçiminin yansımasıdır. Kabul ederiz-etmeyiz, beğeniriz-beğenmeyiz o başka. Çünkü yaşam biçimlerinin farklılığı kaçınılmazdır ve kültürel farklılaşmayı da getirir. Kültürü, toplumsal yaşamın ifadesi olduğu gerçeğinden hareketle çok önemsiyorum. Halk kültürü alanındaki çalışmalarımı kitap bütünlüğüne kavuşturmaya çalışıyorum.
Neden mi bu kadar uzun yazdım?
Teknolojik iletişim araçlarının gelişmesi, mektup olayını çok geri plana itti. Daha önce de değindiğim gibi kendimize yabancılaştık. Aynı apartmanda oturanlar birbirini tanımıyor, kapı komşular birbiriyle selamlaşmıyor. Ama ben size yaşamın çiçek tozlu bahçesinden yazıyorum... 

28 Mart 2000
Süleyman ÖZEROL

"Gönderilmemiş Mektuplar-IV: Yaşamın Çiçek Tozlu Bahçesinden" başlığı altında Malatya Yorum gazetesinde (28 Mart 2000) ve www.malatyahaber.com. sitesinde yayınlandı.

Ballıkaya’da İki Unutulmaz İsim: Âşık Yusuf ve İmam Dede

GÖNDERİLMEMİŞ MEKTUPLAR-IV
(Arguvan ve Köyleri Eğitim Kültür Vakfına Mektup)


Ballıkaya’da İki Unutulmaz İsim: Âşık Yusuf ve İmam Dede

1983–1984 kışında, doğup büyüdüğüm Ballıkaya (Mezirme) köyü ile ilgili olarak bir çevre incelemesine başladım. 1988 ve 1989 yıllarında toplam 56 gün tam sütun olarak yerel gazetelerimizden GÖRÜŞ’e “Yenilenen köy Ballıkaya” adı ile bu çalışmam yayınlandı. Bu çalışmayı 1990 yılına kadar 11 kez yeniden düzenleyerek yazdım ve hemen hemen son aşamasına geldi.
Bu çalışmamda adından söz ettiğim iki kişi üzerinde durmak istiyorum. Bunlardan biri Âşık Yusuf (BAŞARAN), diğeri İmam Dede (ŞAHİN). Âşık Yusuf ve İmam Dede Arguvan, Ballıkaya, Sivas üçgeninde mekik dokuyan, cemlerde zakirlik yapan kişiler. Bu üçgende “dede makamı” olarak anılan deyiş-duvazimam türü kültür ürünlerini oradan oraya, oradan oraya aktararak işlevlerini yerine getirmişlerdir. Bugün, Âşık Yusuf’un oğlu Mustafa Başaran bunların izini sürdürüyor diyebiliriz. Mustafa Başaran’ın oğlu Hüseyin Başaran’ın da bu konuda ne kadar ilerleyeceğini bilemiyorum.
Pir Sultan, Hatayi, Ruhsati, Dertli ve daha birçok halk ozanının deyiş-düvazimamlarını özgün biçimi ile günümüze aktaran bu iki kişi özellikle Arguvan yöresi âşıklarını saz ve sözleriyle etkilemişlerdir. Günümüz Arguvan halk ozanlarından bazıları (Muharrem Yazıcıoğlu, Kamber Bayram, Ekberi, Hacı Şahin vd.) bunu dile getirmektedir. Ayrıca köyde ve çevresinde birçok kişinin saz ve söze ilgi duymasında etkili olmuşlardır.
Âşık Yusuf’un birçok yerde ses kaydı vardır. Âşık Yusuf’un bir özelliği de kendi sazlarını kendisinin yapmasıydı. Evinde 3–4 tane saz asılı bulunurdu. İmam dedenin ise belirgin bir ses kaydı yoktur. Belki de bunda erken ölümünün etkisi olmuştur (1968). Ancak, Sivas’ta oturan İğdirli emekli polis Mustafa İğdir’de ses kaydı olduğu söylenmektedir. Bu ses kaydı elde edilir ve çözümlenirse, yöremiz türküleri açısından önemli bir kaynak sağlanmış olacaktır.
Ballıkaya, her ne kadar Hekimhan’a bağlı olsa da Arguvan yöresinin kültürü ile iç içe bir yapısı, bir kültür ortaklığı vardır. Bunda, Ballıkaya’nın dedelik kurumunun merkezi bir görevi üstlenmiş olmasının önemli bir yeri vardır. Şah İbrahim Dergâhı, Şah Veli Dergâhı gibi adlarla anılan Karadirek Tekkesi Ballıkaya’da bir uğrak yeridir.
Arguvan türkülerinin dar bir çerçeveden çıkartılarak yurdumuzun her yerinde dinlenebilir, dinletilebilir bir duruma getirilmesi konusunda vakfın çalışmalarının, konu ile ilgili kurum ve kişilerin bu iki isim konusunda duyarlı olacaklarından eminim.
Hazırladığınız yapıtın ikinci cildinde yeni türkülerle, daha değişik ozanlarla, âşıklarla buluşmak, tanışmak dileğiyle uğraşınızda başarılar dilerim.
Süleyman ÖZEROL
Malatya, 20–21 Eylül 1998

Bir zamanlar yazıp da göndermediğim beş mektuptan dördünü Malatya Yorum gazetesinde, üçünü ise hem gazetede hem de www.malatyahaber.com sitesinde “Gönderilmemiş Mektuplar” başlığı altında yayınlayarak okurlar ile paylaştım. Beş mektuptan dördüncüsü olan bu mektubu ilk Malatya Söz gazetesinde ve burada paylaşıyorum.

13 Aralık 2015 Pazar

Arguvan Olgusuna Mektup

GÖNDERİLMEMİŞ MEKTUPLAR-III
(Arguvan Olgusu'na Mektup)



BİZİM HAVALAR

Bizim türkülerimize
Arguvan havası derler
Bu türküleri bilenler
İçten söylerler 


1981’in Haziranında Siverek’te “Bizim Havalar” şiirime bu dörtlükle başlamışım. Bugün de aynı şeyleri söylüyorum. 1963’de Asmaca köyünde “Karamuk dalını atmış kenara” adlı türküyü A. Rıza ASLANDOĞAN ’ın sesinden (plaktan) dinlerken de aynı duyguyu taşıyordum.

1984’te yazmaya başladığım anı-deneme çalışmamın (Anıya Benzer) bir yerinde, “Nasıl sevmem halk şiirini? Çocukluğumun dokusunda var halk şiiri !” demişim. Elbette ki insanı biçimlendiren yaşadığı ortamdır. Hele de bu ortamda saz-söz birlikteliği varsa; o toplumun bireyleri halk bilinci ile toplumsal bilinç ile yoğrulur. Bu durumda birey, bağrından çıktığı toplumu yadsıyamaz. Tam tersine, daha da özümser...

Hele de çocukluğumda cemler, kış gecelerinde bir yere toplanıp kitap okumalar beni etkilerdi. Burada ağlayanlar, vah çekenler, lanet edenler olurdu. Bunlar bende hep soru işareti yaratmıştı ve sonraki yıllarda araştırmaya yöneldim. İçimde var olan bu doku beni güçlendirdi. Türkülerimize ve söyleyenlere karşı özel bir ilgim oldu hep. Nerede olursam olayım bir türkü duysam kulak kesilirim hemen. Ne söyleniyor? Kim söylüyor? Sonra? Evet sonra! Şemsi BELLİ’nin deyimiyle, “diken diken olur etim”, içim titrer, saçlarım dikelir. İşte o zaman türküler beni alıp götürür. Nereye mi? Türkülerin gittiği yere! Bir sarhoşluktur kaplar içimi...

Ne demişti Şemsi BELLİ?

Bir türküyle uyanırım gün atmadan
Diken diken olur etim
Alaca türkülerin karanlığında
Bir gelin mumu memleketim


Haaa! Memleketim mi?

Bir gün yolun buralara düşerse
Bak yukarıdaki sıra kayalara
Bul aralarında en büyüğünü
İşte o koca kara kaya
Adını veren BALLIKAYA


Eskiden “Mezirme” derlerdi, Şimdi Ballıkaya. Hekimhan’la Arguvan’ın orta noktasında, Arguvan-Hekimhan-Sivas üçgeninde yer alan kültürel bir merkez Ballıkaya. Dedelik kurumunun var olduğu; deyişleri, duvaz imamları ve semahları ile ülkemizde ünlenen (Özellikle ruhi su aracılığı ile) Ballıkaya’nın yerel müzik eğilimi Arguvan, Hekimhan, Çamşıhı havalarından yanadır. Ancak, Arguvan havaları ağırlık taşımaktadır.

1984 yılında köyümü tanıtmak amacıyla başlamış olduğum “Yenilenen Köy Ballıkaya” adlı çalışmamda Arguvan havalarına değindim. Belki de bu konuda ilkti bu değinme. 1988’de GÖRÜŞ’te dizi yazı olarak yayınlanan bu çalışmam üzerine,” “Gerisi yok mu?”, “Ne zaman kitap olacak?” , ”Niye bekliyorsun?” gibi sorularla karşılaştım. 1989’da Arguvan havaları ile ilgili kasetleri derlemeye ve canlı kaynaklarla karşılaştırarak çözümlemeye başladım. Elliye yakın kasetin tamamına yakınını çözümleyerek yazıya döktüm. Bu kasetlerin tamamına yakını bandrolsüzdür. Yani, bandrol sisteminden önce doldurulmuştur. Bandrollü kasetleri fazla irdelemedik.

Yine, 1989 sonbaharında Malatya’nın halk kültürü alanında araştırmalar incelemeler yapan Ahmet ŞENTÜRK Beyle karşılaşmamızda şöyle demişti:

“Bu sıralar ne ile uğraşıyorsun?”

Ben de Arguvan havalarını derlemeye çalıştığımı, özellikle kasetler üzerinde çalıştığımı söylemiştim. Bu kez şöyle demişti.

“Olsun! Beş, on yıl sonra onların değeri anlaşılır. O zaman bunlar senin işine çok yarar. Çok iyi, çok iyi!”

Derken, 1993’te Hüseyin ŞAHİN ile birlikte çalışmaya başladık. Konuya halkbilimsel açıdan yaklaşarak çalışmalarımızı yoğunlaştırdık. Müziksel yönden ise bize yardımcı olacak birçok arkadaşımız, dostumuz bulunmaktadır.

Türkülerimizi tanıtırken, söyleyenleri de tanıtmak istedik. Mahalli sanatçıların yaşam öykülerini de hazırlamaktayız. Notalarla ilgili değerlendirmemizle birlikte çalışmamız tamamlanacaktır. Böylece bir ilki başarmış olacağız diye düşünüyoruz.

Bizim havaları sağlıklı bir biçimde okuyucuya ulaştırmak amacımız gerçekleştiğinde ülkemizde ve yöremizde büyük bir boşluğu dolduracağımıza inanıyoruz.


10 Aralık 1997 

Bugün İnsan Hakları Günü 
Süleyman ÖZEROL

Gönderilmemiş Mektuplar-III: Arguvan Olgusu Dergisine Mektup,  Malatya Yorum gazetesi (30 Aralık 2002) ve  www.malatyahaber.com sitesinde yayınlanmıştır.

1 Aralık 2015 Salı

Nefes Dergisine Mektup

GÖNDERİLMEMİŞ MEKTUPLAR-II

Nefes Dergisine Mektup

“Yıldız Dağı’ndan Ballıkaya’ya Kültürel Araştırma Gezisi” Üzerine


Nefes’in 7. sayısındaki 4. bölümüyle sona eren M. Fuat Bozkurt ve Oğuz Aktan tarafından kaleme alınmış olan araştırma yazısı üzerinde durmak istiyorum.
1986 yazında bir gün köyün otobüsü Kösharmanı denen yere gelip durduğunda yolcular inmeye, evlerine dağılmaya başladılar. Geriye kala kala dört kişi kaldı. Valizlerinin bir araya koyup beklemeye başladılar. Yanlarına giderek, “Hoş geldiniz” dedim. Bunlar bizim köylü değildi. Birinin de sazı vardı. İçlerinden biri, ”Encümen akrabamız olur, evine gitmek istiyoruz” dedi. Valizlerden birini alıp, “yardım edeyim” diyerek önlerine düştüm. Köyün eski yerleşim yerine doğru inmeye başladık. Hem gidiyor, hem konuşuyorduk.  İçlerinde en yaşlı, aynı zamanda en uzun olanı M. İlhan Başgöz, Gemerekli olup 1960’dan beri ABD’de bulunan İndiana Üniversitesinde profesördü. Sazı olan, Âşık Ali Kurt Sivas’ın Yıldızeli’ndendi. Oğuz aktan Ankaralı, M. Fuat Bozkurt ise aslen Ballıkaya’dan gitme, Kangal’ın Mamaş Köyü halkından Kurt Veli’nin oğluydu. M. Fuat Bozkurt ve Oğuz Aktan 12 Eylül zedelerdendi.
Ballıkaya’ya araştırma yapmaya gelmişlerdi. Prof. Başgöz, dedelik kurumunun gününüzdeki durumunu, M. Fuat Bozkurt Şah Veli’nin yaşamını araştırırken, Ali Kurt âşıklık yapıyor, Oğuz Aktan da fotoğraf çekip ses kaydı yapıyordu. Yazı boyunca birkaç kez yinelendiği gibi Ballıkaya’da üç gün kaldılar ve gezilerinin tümüne tanık oldum diyebilirim.
Prof. Başgöz ile 1992’ye kadar yazıştık, haberleştik. Hazırlamakta olduğum Ballıkaya ile ilgili çalışmamda bana oldukça ışık tuttu.”Yenilenen köy Ballıkaya” adıyla hazırladığım ve 11 kez yeniden kaleme aldığım çalışmamda karşılaştığım sorunların başında tarihsel gelişim gelmektedir. Yazılı kaynak yokluğundan dolayı sözlü kaynaklara dayalı olarak hazırladığım bu bölümde yanlışlıklar ve çelişkiler olabileceğini hesaba katarak kitap olarak bastırmayı halen geciktiriyorum.
“Erdebil Tekkesinin Şubesi” olarak belirttiğim Karadirek Tekkesini, Sayın Bozkurt da “gizli bir merkez” olarak belirtmektedir. Buna katılmamak olanaksız. Çünkü ülkemizdeki dedelik kurumunun bugüne kadar yaşatılmasında Karadirek’in rolü büyüktür. Ancak, bu konudaki anlatımlarda çelişkiler vardır. Sözlü anlatımlara göre Şah Veli, II. Abbas’ın oğludur. Araştırma yazısında kardeşi olarak belirtilmektedir. Sözlü anlatımlara göre Şeyh İbrahim, Mezirme’ye gelmiş ve Karadirek’i kurmuştur. Şah Safı’nı elinde “asa” olarak getirdiğine inananlar da vardır. Ayrıca, Karadirek için, ”Şah Veli Dergâhı” da denilmektedir. Oysa adı geçen kişilerin yaşadıkları zaman dilimleri farklıdır. Bazı anlatımcılar ise, Şeyh Cüneyt ile Şeyh İbrahim’i karıştırmaktadırlar.
1983-1984 kışından bu yana üzerinde çalıştığım “Yenilenen Köy Ballıkaya”ya başlarken amacım; Arguvan-Hekimhan ilçeleri arasından alarak Malatya ve çevresi ile ülke genelinde Ballıkaya’yı tanıtmaktı. 1988 yazında ve 1989 sonbaharında Malatya’nın yerel gazetelerinden GÖRÜŞ’te 56 tam sütun olarak yayınlanan Yenilenen Köy Ballıkaya’nın oldukça olumlu yankıları oldu. Malatya dışında olan Ballıkayalılarla birlikte Malatya’da olanlar ve çevre köylerden kişiler bir an önce kitaba dönüşmesi dileklerini belirttiler. Halen bunları yineleyen çok sayıda tanıdık, dost, okur çevrem beklemekte. Ancak, daha önce belirttiğim nedenler ve ekonomik neden bana engel oldu. “Yıldız Dağından Ballıkaya’ya ...” ise benim ve Ballıkaya için bir pencere oldu. NEFES aracılığıyla ülke genelinde de Ballıkaya’nın mesajı verilmiş oldu.
Tek aralıklı, 100 daktilo sayfasını aşan çalışmamda Ballıkaya’yı her yönüyle anlatmaya çalıştım, halen de çalışıyorum. Ballıkaya çevresinin halen bakir olduğuna da belirtmeliyim. Zaman zaman çevreden de derlemeler yapmakta ve alanı zenginleştirmeye çalışmaktayım.
Şah Veli Dede’nin simgesi olan Karadirek’in yanı sıra Pabuç’u da Ballıkaya’da ve çevrede ayrı bir yer tutmaktadır. Bunlarla ilgili olarak başlı başına bir çalışma yapmak daha yerinde olur. Ama şimdilik elimde bulunanları düzenlemekle uğraşmaktayım.
1957 yılında 3. kez yeniden yapılmış, 4. kez olarak da köyün yeni yerleşim yerinde 1993 sonbaharında temeli atılmıştır. Bir yıla yakın bir süre önce kurulan köy derneği bu konuyla da ilgilenmektedir. Ballıkaya ve çevresinin yardımları ile yapım işi sürdürülmektedir.
Çalışmamda örnekler verdiğim Şah veli ile ilgili oldukça çok söylence vardır. Bunların dışında zamanla yeni derlediklerim de olmaktadır. Ayrıca, Suriye’den tutun da Toroslar’ın batı ucuna kadar uzanan bölgelerde, Orta Anadolu’nun bazı bölgelerinde, Amasya’da, Erzincan’da, Ege’de bulunan Şeyh İbrahim Ocağı taliplerinin varlığını da hesaba katarak; inceleme ve araştırma alanını geniş tutmanın gerekli olacağını düşünüyorum. Bunu başarmak, birçok olanaklara sahip olmayı gerektirdiğinden nereye kadar gidebileceğimi bilemiyorum. Yine de elimden geldiğince Yenilenen köy Ballıkaya’yı ayakları yere sağlam basan bilgiler ve belgelerle donatmayı sürdürmek amacındayım. Belki o zaman basılabilir bir niteliğe kavuşabilir. Yine sizler, Ankara ve İstanbul gibi yazılı kaynaklara yakın olan kişiler olarak destekte bulunursanız (Şah İbrahim, Şah Veli, Karadirek vb. tarihsel konularda) bizler mutlu olacağız.
Sayın M. Fuat Bozkurt’un da bu konuda çabasının sürüdüğüne emin olarak, onun da yardımını bekliyoruz. 
19 Haziran 1994
Süleyman ÖZEROL

Seyfi OKTAYa Mektup

GÖNDERİLMEMİŞ MEKTUPLAR-I
Seyfi OKTAYa Mektup

Sayın Seyfi OKTAY,

Birçok kişinin kapınızı aşındırdığını Temmuz 1992’de Ankara’da kaldığım bir hafta içinde, size başsağlığı dilemek amacıyla evinize çıktığımda gördüm. Aynı apartmanın dokuz numarasında beş gündür konuk olarak kalmaktaydım.

Herkesin kendine göre bir sorunu vardır. Benim de kendime göre bir sorunum var; BALLIKAYA!

1983–1984 kışından buyana, doğup büyüdüğüm köyümü Hekimhan-Arguvan ilçeleri arasından alıp Malatya’da, çevrede ve ülkemizde tanıtmayı amaçladığım bir çalışmam var. On yıllık çalışmanın birikimi olarak kitap olma aşamasında bulunan “Yenilenen Köy BALLIKAYA” adını verdiğim araştırma-inceleme ve derleme çalışmama bölümler halinde yerel gazetelerde yayınlandı. Özellikle 1988 yılında ilk yayınlandığında Malatya’da yankılar uyandırdı. 20–22 Temmuz 1988 tarihli Hamle Festival Ekinde özet olarak eski yerleşim yerinin bir fotoğrafı ile yayınlandı. 8 ağustos–19 Eylül 1988 tarihleri arasında GÖRÜŞ Gazetesinde bir bölüm olarak, 26 Ekim–15 Kasım 1989 tarihleri arsında da bir bölüm olarak geniş bir şekilde yayınlandı. Bazı bölümler de Malatya OLAY Gazetesinin sayılarında yayınlandı. 1988 yılında Ballıkaya’nın sorunlarını belirleyerek yayına verdim. Bu sorunların bir kısmı geçen beş yıl içinde çözüldü. Bu sorunlar şunlar: 1. 42 evin yapılması. 2. Okula asil öğretmen verilmesi. 3. Sağlık ocağına doktor, sağlık memuru ve hemşire verilmesi.

Gündemde olan ve güncelliğini koruyan sorunlardan bazıları ise şunlar:

1.Hekimhan-Arguvan ilçeleri ile Badın Düz arasındaki yollar ve çevre köylere olan yolların bağlantısı.
2. Yeni yerleşim projesinde var olup da yapılmayan işler;
a) Köy içi cadde ve sokak düzenlemeleri,
b) Otopark, çocuk parkı ve spor alanları,
c) Ziraat evi,
d) PTT binası,
e) Köy ve okuma odaları,
f) Pazaryeri (Projede 8 dükkân belirtilmişti),
g) Jandarma karakolu,
h) Karadirek konusu,
i) Ballıkaya ve çevre köylere de zarar veren yaban domuzları konusu,
j) Ballıkaya’daki mağaralar, kayalar ve doğal yapı konusu...

Köyümüzden ayrılıp da Malatya’ya yıllar sonra döndüğünde köye neden gitmediğini sorduklarında Yüzbaşı Hacı Ali Bey, her ne kadar; “Keklik öten, keven biten yerden vatan olmaz. Hele de o sıra kayalar orada durdukça ben o köye gitmem” dediyse de, Türkiye cumhuriyetinin başbakan yardımcısı, bazı bakanları ve milletvekilleri Ballıkaya’ya geldiklerinde burasının hiç de yaşanmayacak bir yer olmadığını görmüşlerdir. Yüzyıllardır yaşayanlarımız, yaşamlarını burada daha yüzyıllarca da sürdüreceklerdir elbette...

Her ne kadar kente uzak olsa da, her ne kadar mahrumiyetleri olsa da Ballıkaya bizim köyümüz. Köyümüzün bağrından koparak Türkiye Cumhuriyeti tarihinde çağdaş hukuk anlayışının yerleştirilerek yaşatılması yolundaki çabalarınızı takdirle kutlayarak Ballıkaya’yı unutmamanızı diliyorum.

Bu kadar ayrıntılı ve uzun yazarak sizi rahatsız etmek istemezdim. Ancak, konuşamadıklarımızı kâğıda aktarmak yoluna gittiğim için oldu bu. Nasıl ki Hasan Usta 35 yıldır Ballıkaya ve çevresinde konut ustalığı yapıyorsa, ben de 1983 ‘den itibaren Ballıkaya ve çevresinin kültürel değerlerini, yapısını, diğer özelliklerini yapılandırmaya çalışmaktayım. Bu çalışmamdan vazgeçmeyi de düşünmüyorum.

Ballıkaya’da sorunlarla ilgilenen kişiler oldukça az. Birkaç kişinin bireysel çıkışları sonuç getirmiyor. Köyümüz için birlikte çalışmayı her zaman ön planda tutan bir Ballıkayalı olarak sorunlarımızı size aktarmaya çalıştım. Yabancısı olmadığınız sorunlarımızın çözümünde en büyük desteği sizden beklediğimizi unutmayınız.

Selam ve saygılarımla ellerinizden öperim. Eşim selam eder, Ozan, Gül ve Yazar ellerinizden öperler. 

Ailenize selam ve saygılar...
20 Şubat 1993

Süleyman ÖZEROL

Gönderilmemiş Mektuplar Üzerine

GÖNDERİLMEMİŞ MEKTUPLAR ÜZERİNE

Süleyman ÖZEROL

Türkçe Sözlükte mektup şöyle tanımlanmış; “Bir şey haber vermek, bir şey sormak ya da bir şey istemek için birine gönderilen yazılı kâğıt.” 1

İletişim araçlarının teknolojik yönden gelişmesi ile mektubun işlevinin azaldığını, günümüz edebiyatında bu türün örneklerine hemen hemen rastlanmadığını söylemek yanlış olmaz sanırım.

Bir zamanlar yazıp da göndermediğim dört mektuptan birini 2000 yılında Malatya Yorum Gazetesinde yayınlamıştım. Üçünü ise, daha sonra hem www.malatyahaber.com , hem de yine Malatya Yorumda, “Gönderilmemiş Mektuplar” başlığı altında yayınlayarak sizlerle paylaştım.

Mektupları bir sayfayla sınırlayarak yayına verdiğimden dolayı kısaltma, özetleme ve alıntılar yaparak düzenlemiştim. Ancak, bunlar mektupların özünü etkilememişti. Burada mektuplar eksiksiz yer alacaktır.

Dört mektubun içeriğini şöyle özetleyebilirim.

1. Mektup: Seyfi Oktay’a...
Babamla ilkokulda aynı sıraları paylaşmış, eski milletvekili ve Adalet Bakanı M. Seyfi Oktay’a 20 Şubat 1993 tarihinde, köyümüz Ballıkaya’nın sorunları ile ilgili olarak yazılmıştı. 2

2. Mektup: Nefes Dergisine...

M. Fuat Bozkurt ve Oğuz Aktan’ın Nefes dergisinin 4.5.6 ve 7. sayılarında yayınlanan “Yıldız Dağından Ballıkaya’ya Bir Araştırma Gezisi” başlıklı araştırma yazıları üzerine 14 Haziran 1994 tarihinde Nefes Dergisine yazılmıştı. 3

3. Mektup: Arguvan Olgusuna...
İstanbul’da bulunan Arguvan ve Köyleri Eğitim Kültür Vakfı yayın organı Arguvan Olgusu Dergisine, Arguvan ağzı türküler ve Ballıkaya ile ilgisi üzerine 10 Aralık 1997 tarihinde yazılmıştı. 4

4. Mektup: Arguvan ve Köyleri Eğitim Kültür Vakfına...
İstanbul’da bulunan Arguvan ve Köyleri Eğitim Kültür Vakfı’na, Ballıkaya’dan önemli iki âşık ve bunların Arguvan ve çevresi ile ilgisini anlatan yazı 20–21 Eylül 1998 tarihinde yazılmıştı. Herhangi bir yerde yayınlanmamıştır.

5. Mektup: Cezaevine...
Ceyhan Cezaevinde hükümlü olarak yatan ve Malatya Yorum okuru olan Sadık Armutlu’ya hitaben 28 Mart 2000 tarihinde yazılmış, Malatya Yorum’da “Yaşamın Çiçek Tozlu Bahçesinden” başlığıyla yayınlanmıştı. 5

* * *
Gönderilmemiş mektuplarımdan “Nefes Dergisine Mektup”, sekiz yıldan sonra yayınlanmasına karşın ta Almanya’dan ses getirdi. Yıllarca önce Ballıkaya’dan dışarıya göç etmiş olan akrabalarımızla tanışma olanağı bulduk. Ayrıca, “Cezaevine Mektup” birçok Malatya Yorum okurunu etkiledi...

Eğer sizlerin de yazıp göndermediğiniz mektuplarınız varsa çekinmeden gönderiniz. Yıllar sonra da olsa duygu ve düşüncelerinizi iletmiş olursunuz.

Mektupları özgün biçimi ile sunacağım.





1 TDK: Türkçe Sözlük, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara 1981,  (1974 baskısından tıpkıbasım, 6. baskı), s. 561
2 Gönderilmemiş Mektuplar-I: Seyfi Oktay’a Mektup,
3 Malatya Yorum, 21 Kasım 2002 www.malatyahaber.com ;
4 Gönderilmemiş Mektuplar-II: Nefes Dergisine Mektup, Malatya Yorum, 12 Aralık 2002. www.malatyahaber.com ; Mektuptan, Ballıkaya ve Şah Veli ile ilgili konuları okuyan Ali Akın, 2003 Ocak ayında Almanya’dan telefonla aradı ve tanıştık. Kendisi, Ballıkaya’dan Sivas’ın Kangal ilçesinin Hamal köyüne göçen Şah Hüseyin evlatları soyundan, Küçük İsmail takma adı ile bilinen, Alevilik aleyhinde bulunan Bayburtlu Hocaya karşı şiiri ile tanınan İsmail Akın’ın torunu. Halen, Almanya’da bulunuyor, özellikle Ballıkaya ve Şah İbrahim Ocağı üzerine bilgi alışverişine dayanan yazışmalarımız, görüşmelerimiz sürüyor.
5 Gönderilmemiş Mektuplar-III: Arguvan Olgusu Dergisine Mektup,  Malatya Yorum, 30 Aralık 2002; www.malatyahaber.com Gönderilmemiş Mektuplar-IV: Yaşamın Çiçek Tozlu Bahçesinden, Malatya Yorum, 28 Mart 2000 

28 Kasım 2015 Cumartesi

Resim yapmaya mı karar versem?

Resim yapmaya mı karar versem?

Merhaba,
Dün not yazdım kendi kendime;
"Aramayacağım
Aramayacağım dedim ya!"
Sanki karşımda biri vardı da konuşuyormuşum gibi, kendi kendime yazıyordum. Sanki bir şey demişsin de böyle konuşmuşum gibi.
Oysa bırak konuşmayı altı gündür yazışmamıştık bile...
Uzun zaman oldu, belki de bana göre uzun zaman. Olsun, yazdıklarım ile ilgili görüşlerini almak istedim.
"Evet, uzun zaman oldu, aslında akşam düşündüm, kaç gün oldu acaba, o biliyordur dedim" diye yazmıştın. Elbette, ben her gün düşündüm. Sen de bir hafta... Bir mektup-deneme daha yazdım ama düzenlemem gerekiyor.
İşte yazıyorum.
"Erken gelişen ve olgunlaşanların, özellikle cinsel gelişimi erken olanların, yaşamı daha iyice tanımadan gençliğini yaşamadan evlenenlerin o günleri yaşamaya özlem duyması ve yaşamak istemesi olan durumlardan. Ancak o zaman halkın deyimiyle, 'hem başına hem de yaşına yakıştırılmayan davranışlar' olarak kabul edilecek ve yaşam yeni bir biçim alacaktır. Bu biçimlenmede yaşanacaklar yalnızca bireyi değil çevresini de etkileyecektir."
Gönderdiğim yazıyı değerlendirmeni istedim. Yazının ortalarındaki bu bölümün biraz özel olduğunu biliyorum ve de bunları okuyunca etkileneceğini de düşündüm. Zaten daha önce de yazıştığımız ve konuştuğumuz konulardı ama özel bakış açısını biraz genele indirgemeliyim elbette.
Amacım seni yaralamak, suçlamak ya da eleştirmek değil. Genel bakış açısında olan bazı yanlışlıkları dile getirmek isterken özel örnek vermemden kaynaklandı. Sonra yazdıklarımın bir taslak olması ve ikimizin dışında kimsenin okumadığını düşünüce de sakınca görmedim.
Her ne olursa olsun üzüldüğünü, kırıldığını, acı çektiğini duyumsadım ve de tepkini bekledim. Elbette ki tepkini de verdin ve geçen mektubumda beklediğim gibi düşüncelerini açıkladın. Diğer yandan fazla özel olduğunu da belirttin.
Tepkin ve üzülmenden dolayı ben de üzüldüm, acı çektim ve kızdım; sana değil, kendime.
Özür dilerim. Ben sana nasıl kızarım? Ben seni nasıl üzerim?
Senin mutlu olman ve güzel yaşaman için neler yapılması gerektiğini düşünen biri olarak bazı durumlardan söz etmek ve anımsatmak bekli de uygun olmadı. Ancak yaşananlar karşısında toplumsal düşünüşü göz ardı edemedim. Edemeyiz de. Bunu daha genel bir biçimde yazmalıyım, yarından tezi yok yazıma yeni bir biçim vermeliyim. Seni hiç mi hiç üzmemeye nasıl çaba göstereceğimi düşüneceğim. "Nasıl olsa da neşelendirsem?" diye de düşüneceğim.
Ha, "resim yapmaya mı karar versem?" demiştim ya, bunu gerçekleştirsem iyi bir şey olacak. Resim yapmaya büyük olasılıkla içten acılı gülümseyişli, durgun ifadeli Mona Lisa tarzı portrelerle başlarım sanıyorum. Belki doğa resimleri de olur. Bakarsın soyut çalışmalar da yaparım. Tıpkı geçenlerde bir fotoğraftan düzenlediğim resim gibi. Ne yaparsam yapayım senden bir parça olacak sanıyorum resimlerimde...

19 Kasım 2015, Ankara


Süleyman ÖZEROL
Radikal Blog, 27.11.2015

23 Kasım 2015 Pazartesi

Kadını yok sayanlar azınlığa düştüğü zaman...

Kadını yok sayanlar azınlığa düştüğü zaman...


Merhaba,

"En güzel zaman bahar dedim ya"

Dememe bakma,

Dört mevsim birbirinden güzeldir.

Sonbahar hazan,

Kış tufan,

Bahar ümit,

Yaz yaşanan...

Bugünlerde seninle daha sıkça konuşmak ve sana daha sık yazmak, biriken duygu ve düşüncelerimden bazılarını aktarmak istiyorum. Ancak senin geride durduğunu, yaklaşmak istemediğini görüyorum. Sanki geri çekilerek kaybolmak ister gibi bir halin var. Elbette ki özgür seçimin, nasıl istersen öyle hareket edebilirsin. Ancak ne kadar geri çekilsen, ne kadar kendini kaybetmek istesen de varsın. Nerede, hangi zamanda ve ne durumda olursan ol varsın. Maddesel olarak varsın, çünkü varlıksın. Düşünsel olarak varsın, çünkü düşüncemdesin.

Ülkemizde birileri cumhuriyet ve demokrasiyi bir türlü hazmedemiyor, çağdışı yönetimlere özlem duygularını dile getiriyorlar. Bunların özellikle kadına bakış açılarını görünce biraz daha ayrıntılı olarak yazma gereği duyuyorum.

"İsteseniz de istemeseniz de bizim gibi yaşayacaksınız" diye dayatmaları sürüyor ve kendilerini dev aynasında gören zavallılar konumundan bir türlü kurtaramıyorlar. Diğer yandan insan hak ve özgürlüklerini kendilerine göre düzenlemek ve kadının kul, köle gibi yaşamasını istiyorlar.

Düşünür, "Uygarlığın yaratıcısı kadındır" derken ne kadar uygun bir değerlendireme yapmış. Her şey ailede başladığına ve geliştiğine göre anne ilk öğretmendir ve insanı biçimlendiren temeldir. Biçimlenen insan, sokağa, okula, yaşamın diğer alanlarına çıktıktan sonra biçim üzerinde bazı değişimler olsa da o üç beş yaş arasında kazanılan temel davranışlar yaşam boyu etkili olacaktır.

Eğitimcilerin ana baba eğitimine çok önem verdiği günümüzde kadını amaçları uğruna aracı gibi görenler de aynı şeyleri düşünürler. Çocuklara dogmatik bilgilerin öğretilerek itaatkâr bir toplum yaratmak isteyenler araştıran, soruşturan, sorgulayan, hak arayan bir kuşağın yetişmesini elbette istemezler. Kadının her şeye aklının ermediğini ,"eksik" , "eksik etek" olduğunu öne sürmekten çekinmedikleri, yurttaş hatta insan olarak değer vermedikleri kadını amaçları için kullanmaktan çekinmeyenler onun saçının teli görülünce kıyametin kopacağını öne sürmekten çekinmezler. Modern ve çağdaş kadın yerine kul, köle kadın isterler. Uygarlığı yaratan kadını yok sayanlar ne zaman azınlığa düşerlerse o zaman kadınların daha mutlu olacağına inanıyorum.

Ve daha pek çok şey var anlatmak istediğim, şimdilik bunları yazdım. Senin bu konudaki düşüncelerini biraz olsun biliyorum. Ancak yeni şeyler söylemek isteyeceksen, onları da öğrenmek isterdim elbette.


12 Kasım 2015, Ankara


Süleyman ÖZEROL
Radikal Blog, 21.11.2015

İnsanlar bileşik kaplar gibidir

İnsanlar bileşik kaplar gibidir


Merhaba,

"Mektup, arkadaş gibidir" diye başlamıştım sana ilk yazdığım mektuplardan birinde. Yakın zamanda kime mektup yazsam hep bu cümleler ve de sen aklıma geliyorsun.

"Mektup, arkadaş gibidir. Göremediğin, görüşmediğin, uzakta kaldığın annenin, babanın, kardeşin, eşin, dostun, sevdalının arkadaşın yazılı sesidir.

Ne kadar güzel cümlelerle, ne kadar güzel haberlerle karşılaşırsan o kadar mutlu olursun. Sanki de yanındadırlar."

(Özlem'e Mektuptan, 16 Mart 2001, Malatya)

Sana yazdığım bazı mektupları şiirselliğinden dolayı şiir biçimine dönüştürdüm ve yayınladım. Zaman zaman okudukça hep seni anımsıyorum.

Biliyorum ki insanlar bileşik kaplar gibidir. Eksilen yanlarını doldurmak ve dengeyi korumak için çok çaba harcarlar. Eksilen yanlar dolmadıkça sorunlar bitmez. Fazla zorlanırsa da taşar, dökülür, saçılır. O zamanlarda sen de boşlukları doldurmak için tana kadar benimle yazışıyor ve konuşuyordun. Şimdi ise senin ve benim yerimi başkaları dolduruyor olmalı ki iletişim kurmuyor, bir selamı bile esirgiyorsun.

Handan Hanım beni sığınılacak bir limana benzetmişti.

Ilımansın ılgıt ılgıt baharsın

Bir bakarsın kasırgasın tufansın

En güzeli sığınacak limansın

Sen duygular adamısın şairim

Pakize Hanım'a bu şiirden söz ettiğimde babacan tavırlarımın özellikle derdini dökmek isteyenleri çektiğini anlatıp durdu. Birisi hiçbir şeyden anlamadığımı söylerken, bir başkası kendisine karşı "anlayışsız" olduğumu öne sürdü. Daha bir başkası her şeyi çok iyi kavradığımı ve anladığımı, önsezilerimin çok güçlü olduğunu belirtirken, bir başkası beni "köylülük"le suçladı!

Öyle ya da böyle hepsini toplarsak; dertliler, sorunlular beni buluyor diyebilirim. Onlara derman mı oluyorum acaba? Sanmıyorum, belki bir doktor olsam neyse. Ancak görünen bir şey var ki kapımı çalan çok. Yalnızca dertleri, sorunları olan değil, özellikle halk kültürü alanında ödev, tez hazırlayanlar, araştırma yapanlar, bilgi edinmek isteyenler de var. Çocukluğumun dokusunda var olan kalıtsal etkilerden resim yontu yapmam, müzik yeteneğim, el becerilerim, çok okuyup yazmam, güzel konuşmam, insanlara içten ve sıcak yaklaşımım önemli etkenlerden olmalı.

Kalbimin sağda oluşu, çok derneğe üye olmam ve daha başka özelliklerimi de katarsak ve hepsini birden toplarsak yine de bir adam eder diye düşünüyorum. Ya da hepsi bir adam ediyor mu desem? İşte hepsi bir adam eden ya da hepsini yapan bir adam olan ben, daha birkaç gün önce oksijeni bol olan Ballıkaya'nın dağlarında geldim ve kirli havalı başkentin caddelerinde, sokaklarında yalnız dolaşıyorum.

Acılı yüzler, donuk bakışlar, sahte gülüşler, fazladan boyalı kadınlar, upuzun topuklar, bazı erkeklerin kulaklarından sarkan küpeler, her köşe başında avuç açmış, "Allah rızası" diye yakaranlar ve daha pek çok şey. Ayak sesleri, araba sesleri, şarkılar, kuş sesleri, satıcı sesleri, ezan sesi ve daha pek çok ses bu kalabalıkla birlikte beni rahatsız ediyor. O kadar çok kalabalık ki bir sen yoksun.

Sesini ne zaman duyacağım diye bekleyip duruyorum. Göremediğimsin, dokunamadığımsın, duyamadığımsın, ulaşamadığımsın, konuşamadığımsın. Hayalimde biçimin yok, kokun yok, rengin yok, sen yoksun.

Ne demişti şair Ayhan Kırdar "Soyunuk Sonat" şiirinde?

Dikenli derelerinde bulanık sular

Bulanık sularda yüzen balıklar

Görün bir kez Tanrım görün artık

Yoksa unutacaklar



Gel görün, gel görün!

Gel, yoksa unutacağım.



Selam ve sevgilerimi iletiyor, yaşamında başarılar, sağlıklı günler diliyorum.



6 Kasım 2015, Ankara

Radikal Blog, 11 Kasım 2015

8 Kasım 2015 Pazar

En güzel zaman bahar dedim ya...

En güzel zaman bahar dedim ya...

1 Kasım 2015 günü seçim yapıldı. O gün sen de kendince bir seçim yaparak sanal dünyadan bir süre çekilme kararı almışsın. Ekim ayında ben de öyle yapmıştım ama bir gün bile dayanamadan gerdi dönmüştüm. Sen üç gündür dönmediğine göre daha kararlı ve dayanıklısın demektir. Dayanma gücünün olduğundan da bile bile pes etmek sana yakışmaz.

Geçen bu üç gün içinde zamanı nasıl değerlendirdiğini bilemiyorum. Ancak çalışan ve çalışkan biri olarak mutlaka gününü dolu olarak geçiriyorsundur. Çocuklarınla ilgilenmen, onları düşünmen de sana mutluluk veriyordur. Kendini çevrendekilerden soyutlaman belki de seni rahatlatacaktır. Ancak insanlar olmadan dünyanın yaşanılacak bir yer olacağını düşünemiyorum. İnsanların beğenileri, biçimlendirmeleri, değerlendirmeleri dünyayı değiştiriyor. Bazı müdahaleler elbette ki dengeleri bozuyor, ancak müdahale olmadan da dünya çok gelişmiyor, değişmiyor.

Doğal dengeyi korumak kolay mı ve yetiyor mu? Elbette ki kolay değil ve yetmiyor. "Beyni doymayanın karnı doysa ki ne olur?" diye sormuştum yıllar önce, hala bunun yanıtı tam olarak verilmiş değil. İnsanın midesini doldurması yetmiyor ve farkını göstermesi gerekiyor; sanat ile.

Güzel konuşuyorsun, güzel cümleler kuruyorsun, şiir yazıyorsun, doğal güzelliklere değer veriyor ve koruyorsun. Bir zamanlar tek başıma dağlara yaylalara giderdim, yirmi yıla yaklaştı gitmiyorum. Sonra yalnız gezmenin sakıncalarını da anladım. Yalnız gezmek olumlu bir eylem değil, insanın yanında en az bir kişi daha olmalı.

Bir bahar gel, birlikte dağları, yaylaları, kayaları gezelim. Sivrice'den Dalkayalar'a, İki Ağızlı Mağarasından Geyik Mağarasına, Kurşaklı'ya, Ballıkaya'dan büyük Mağara'ya, Barık'tan Kuşboku'na, Sayağlı'ndan Yataktaşı'na, Alaçayır'dan koyaklara, Karadoğan'dan ya da Mastik'ten Darıderesi'ne.

İkinci gün İki Ağızlı Mağarasının yanından kayaların üzerine çıkalım. Üstü masa biçiminde olan peribacasından diğer peribacalarına, Kurşaklı'nın batı yanında duvar gibi yerde bulunan küçük iki mağaraya, Ballıkaya'dan Kayabaşı yurtlarına ve kuyuya, oradan da Pir Sultan'a ve geri dönüp Barık'tan aşağı Kayadibi'ne inip Mezireme'ye.

En güzel zaman bahar dedim ya, sen Mayısın ortalarında gel. Hatta 19 Mayıs sıraları, Gençlik ve Spor Bayramı, hala bayram kaldı ise. Hele de Barık'ta bol su akıyor ise gökkuşağı mutlaka oluşur. Seyrederiz, altından geçeriz, fotoğrafını çekeriz, oturup şiir yazarız duygusallığımızla. Oradan köyü seyreder çocukluğumuza döneriz.

3 Kasım 2015, Ankara

---------------------------
Süleyman ÖZEROL
06 Kasım 2015 Radikal Blog

30 Ekim 2015 Cuma

Ekim sonu üzerine düşünceler

Ekim sonu üzerine düşünceler

Merhaba,

Bugün 29 Ekim 2015 ve Cumhuriyet Bayramı.
Cumhuriyetin 75. Yılında Gazetemiz Malatya Yorum'da "İnce Düşünceler" köşemdeki bir cümlelik köşe yazımı seninle birlikte okurlarla da paylaşmak, daha sonra Ekim sonu üzerine bir şeyler yazmak istiyorum.

"Bu ülkenin harcında yel bile olamayanların Cumhuriyeti eleştirmeye hakları olamaz"
(29 Ekim 1998)

Ekim ayının sonu yaklaşırken hava daha da soğudu. Geceleri bazen sabaha kadar yağmur yağdığı oluyor. Oluklardan açığa akmadığından suyun şırıltısı değil, yağmurun fısıltılı gibi ince sesi duyuluyor. Kulak veriyorum gecenin sessizliğine, yağmurun sesinden başka ses de duyulmuyor. Bu sessizliğin ve yalnızlığımın ortasında sobadan yayılan ılıklığı duyumsarken, kapı açılsa da sen içeri girsen diye düşünüyorum. Düşüncemi oturtuyorum gerçeğime.
Yorgun yüzün, acılı gözlerin, zayıf bedenin beliriyor gözlerimin önünde. Bir ölü sessizliğinde geçip oturuyorsun karşıma. Gözlerini gözlerime dikerek saatlerce bakıyorsun. "Bak işte geldim" diyerek essizliği bozmanı bekliyorum. Ancak bir türlü konuşmuyorsun.
Ne yapacağımı, ne diyeceğimi bilemiyorum, kendimce varsayımlar üretiyorum.
"Hoş geldin" gibi geleneksel karşılama mı yapsam?
"Nerelerdeydin?" gibi sorulu bir karşılamamı yapsam?
"Neden bu kadar geç geldin?" diye sitem mi etsem?
"Ah. Seni ne kadar bekledim, seni ne kadar özledim" gibi beklenti ve özlem cümleleri mi kursam?
Acaba hangisini seçsem karşılama biçiminin?
Senin karşına ben gelseydim, sen hangi seçeneği seçerdin acaba?
Yorgunluğunu, kırgınlığını, acını, sitem ile karışık beklenti ve özlemini dile getirebilirsin elbette. Oysa ben durakladım ve bir türlü sana karşılık veremiyorum. Gelişine bile sevincimi belirtemiyorum. Karşımda öyle melül mahzun duruşuna nasıl sevinebilirim? Seni nasıl rahatça karşılayabilirim?
Uzaklara dikilmiş gözlerindeki donukluğun görüyorum ve bunun arkasındaki fırtınaları sezmem de yetiyor bana. İçinden kaynıyorsun, yanardağın magması gibi... Suskunluğumun, genç dalgaları yerinden oynatan fırtınalarını dindiremeyeceğini biliyorum.
Benim fırtınalarım kocaman ve durgun ve kıyılara, dalgakıranlara çarparak yeniden içime dönüyor. Bulutlara ulaşıyor, yağış oluyor, şimşek yıldırım oluyor. Düşüncelerimde yer eden bir olgu oluyor ve içimdeki durağanlık kalemimin ucundan dizelere, cümlelere, sayfalara yansıyor. Bazen de bağlamanın tellerinden geçip, boğazımda düğümlenen acıdan taşıp türkü oluyor.
Ne olursa olsun bir türlü sana doğrudan hitap edemiyorum. Seni beklemek ve geldiğinde beni böyle darmadağınık, acılı görmenin yaralaması bana yetiyor.
Ben de senin gibi, "Neden yanında değilim?" sorusunu bir türlü kendime soramıyorum. Bunu dile getirmediğim gibi pek çok konuyu da söyleyemiyorum. Ancak acının verdiği duyguyu duyumsuyorum. "Acının Destanı" şiirimi anımsıyorum;

Ölenler yazamadılar
Yaşayanlar yazmalı
Acı denen olgunun
Destanı yazılmalı

Acıyla başlar yaşam
Sürer acılarla
Yoğrulur insan eti
Daima acılarla

Acıyla başlamalı şiir
Sözcükler acıyla sıralanmalı
Erdemsiz olanlara
Gerçek acı tattırılmalı

Ölenler yazamadılar
Yaşayanlar yazmalı
Acı denen olgunun
Destanı yazılmalı

Süleyman ÖZEROL
10 Haziran 1981, Siverek
------------------------------
29 Ekim 2015, Ballıkaya


Süleyman ÖZEROL
Radikal Blog, 29 Ekim 2015

25 Ekim 2015 Pazar

Kimse Bana Derdini Teslim Etmedi Senin Kadar

KİMSE BANA DERDİNİ TESLİM ETMEDİ SENİN KADAR

Ahını duydum, bir tel koptu içimden. Bir ahın bin ahımdır. Bir acın bin acımdır. Ahlarına, acılarına dayanamam...
Sımsıcak hücrelerim üşür kaskatı görünen yüzümün altında.  Vietnam’dan beri yana, Filistin’den öte yana, Anadolu’nun ortasında bir sancı tutar yüreğimi. Seni sarmak isterim, saramam…
Üstüme yıkılır Konstantiniye. Altında kalır kâğıtlarım, kalemlerim
ve seni sarmak isteyen yüreğim. Arguvan türküleri söylenen yerlerde seni ararım yaralı yaralı. İç çeker gibi türkü söyleyişini, sarı tele tezene atışını görmek isterim. Varamam…
İçindeki çağlayanlar, fırtınalar yaralar içinden, yaralar içimden.
Arguvan’dan Hekimhan’a geçersin. İçindeki ürperti yaralarıma karışır, içimdeki acı kangren olur. Kanattıkça kanatır, acıttıkça acıtır. Çıngılar çıkar gözlerimden. Duramam… 

Dönerim başkente. Her gecenin sabahına yakın ayılırım düşümden. 
Bir yel eser kuşluk vakti, acılarını fısıldar kulağıma;
“Derdi güzel ağlama”
Derdin de güzeli mi olurmuş gülüm? Gözlerime diken batar.
Uyuyamam… 

Günlerimin, gecelerimin yoldaşı. İstanbul seni harcar, İstanbul seni harcar. Sen, sen ol kartallığa özenme. Yok olmalarına dayanamam. 
Kim arar beni tana yakın? Kimlerle dertleşirim? Kime teslim olurum senin kadar? Kaybedersem, elin elime değmeden, ne anlamı kalır yaşamanın? Yaşayamam, yaşayamam… 

Süleyman ÖZEROL 
18 Ekim 2008 Aksaray


Mektubu şiir biçiminde Antoloji Com ve Edebiyat Defteri siteleri ile Arguvan Yolu dergisinden yayınladım.
* http://www.antoloji.com/kimse-bana-derdini-teslim-etmedi-senin-kadar-siiri/
* http://www.edebiyatdefteri.com/siir/827905/kimse-bana-derdini-teslim-etmedi-senin-kadar.html

Özlem'e Mektup

ÖZLEM’E MEKTUP

Merhaba Özlem,

Diyalektik akışı fark ettikten sonra elbette ki yetersiz kalıyor sözler.
Ancak, kifayetsizi yeğlemedim...
Yalnızca dört renk üzerine mi kurulu dünya? Mahkûm olmak zorunda mı herkes bu renklere? Küskünlüğü, sırt dönmüşlüğü ve solgun yüzüyle yaşama ne kadar sarılabilir insan? Sonra, korkunç yabancılığı ve zıtlarla dolu bir yaşama sahip olan sevgili ne kadar yer edebilir ki yürekte?
Hep Çarşambalara mı denk gelir karamsar hayallerini dile getirmek acılı dizelerle? Uyku tutmayınca engel olabilir misin gözlerinin iri iri açılmasına? Engel olabilir misin gecenin bir anında upuzun  kirpiklerinin gamzene düşmesine? Ne kadar dayanabilirsin yalnızlığın uykusuna?
Yaşamak bir an, bir dem, bir rıza lokması. Kaybetmek de içinde…
Kaybetmek, yeniden başlamanın başlangıcı… Biraz isyan, biraz yanılgı, biraz sevinç, biraz da hüzün... Biraz da avunmadır yeniden bulmak…

“Yaşam acılarla başlar,
Acılarla sürer.
İnsan eti acılarla yoğrulur,
Acılar yaşamın tuzu biberi olur.”

Yaşam, bir armağandan öte, kazanılan bir ödüldür. “Tırnak ile, diş ile/Sevda ile düş ile” uğraşı verilerek… Kendimizle uğraşımız da bunun içinde. İncinmelerimiz, ihanet, unutulma ve daha birçok olgu yer alır bu akışta. İşte o zaman tutunacak dala, tutulacak ele gereksinim duyarız.
“Yaşıyor gibi görünüp de yaşayamamak” da var elbette ki. Ne acıdır ki, birçok insanın yaşamında bu var. Dostluk, 
insanlık, kardeşlik birbirine eşlik ederken, tüm insanlar bir yerde halka olacaklar, savaş ve kin uzaklaşacak, türküler söylenecektir güzel, saf ve temiz yüreklilikle. Reddedilsek de, dışlansak da, kötülensek de, dünyamız ne kadar kirletilse de;

“Dostluk insanlık kardeşlik
Birbirine eder eşlik
Varlıklar olmuşlar bebe
Dünya sallanmakta beşik”


Özlemimiz, daha iyi ve daha güzel yaşanası bir dünyadır. Sevgiyle dokunduğumuz her yürekte hainlik sezmişsek, Kangren olmuş, karmaşık, tatminsiz, tahammülsüz, sınırlayıcı bir toplumla kuşatılmışsak; çemberi kırmak gerek!

Ne diyordu şair?

“Bütün umudum sende…”
Evet, bütün umudum sende!


Ay harmanlamış, içine düşüyorsun. Gecenin üçü ve ben hala yazıyorum. Ağustosböcekleri, baykuşlar susmuş, duyulmuyor artık tren düdükleri, korna sesleri. Kent derin uykuda, bir ben uyanık…
Birden solgun yüzün beliriyor yere düşen ayın ortasında. Titrek dudaklarında acılı bir gülümseme, ışıltılı gözlerinde ihanetin nemi, incecik parmakların bağlamanın tellerinde geziniyor.
“Aaah ah!” diye şarkına başlıyorsun;

“Seher yeli dağıt beni kır beni”

Tam bu sırada Filistin’den, Lübnan’an çığlıklar getiriyor güney yeli. Sesindeki acılık güneyden gelen yele karışıyor;

“Geleceksen bir gün düşüp ardıma
Kula değil, yüreğine sor beni”


Oysa daha sehere çok zaman var. Birden uyanıyorum düşümden.
Özlemimin bahardan sonbahara düşmesi hiç bir şeyi değiştirmiyor ve hala sessizliği dinleyerek yazıyorum…
Gözlerinden öpmüyorum, eskirler… Bir dahaki mektubunda upuzun kirpiklerinde hüznü görmemeyi bekliyorum.
Güzel gözlerinin güzel günler görmesini, güzel bir yaşamın olmasını diliyorum.

Süleyman ÖZEROL

26 Ağustos 2006

Mektubu, şiir biçimine dönüştürerek Eski Bir Mektup adıyla Antoloji Com, Özlem'e Mektup adıyla Edebiyat Defteri şiir sitelerinde yayınladım.
* http://www.antoloji.com/eski-bir-mektup-3-siiri/
* http://www.edebiyatdefteri.com/siir/807702/ozlem-e-mektup.html



ÖZLEM’E MEKTUP


Diyalektik akışı fark ettikten sonra elbette ki yetersiz kalıyor sözler. 
Ancak, kifayetsizi yeğlemedim...

Yalnızca dört renk üzerine mi kurulu dünya
Mahkûm olmak zorunda mı herkes bu renklere? 
Küskünlüğü, sırt dönmüşlüğü ve solgun yüzünle yaşama ne kadar sarılabilir insan
Sonra, korkunç yabancılığı ve zıtlarla dolu bir yaşama sahip olan sevgili ne kadar yer edebilir ki yürekte?

Hep Çarşambalara mı denk gelir karamsar hayallerini dile getirmek acılı dizelerle? 
Uyku tutmayınca engel olabilir misin gözlerinin iri iri açılmasına? 
Engel olabilir misin gecenin bir anında upuzun kirpiklerinin gamzene düşmesine? 
Ne kadar dayanabilirsin yalnızlığın uykusuna?

Yaşamak bir an, bir dem, bir rıza lokması.
Kaybetmek de içinde… 
Kaybetmek, yeniden başlamanın başlangıcı… 
Biraz isyan, biraz yanılgı, biraz sevinç, biraz da hüzün
Biraz da avunmadır yeniden bulmak…

“Yaşam acılarla başlar,
Acılarla sürer.
İnsan eti acılarla yoğrulur,
Acılar yaşamın tuzu biberi olur.”


Yaşam, bir armağandan öte, kazanılan bir ödüldür. 
“Tırnak ile, diş ile/Sevda ile düş ile” uğraşı verilerek… 
Kendimizle uğraşımız da bunun içinde. 
İncinmelerimiz, ihanet, unutulma ve daha birçok olgu yer alır bu akışta. 
İşte o zaman tutunacak dala, tutulacak ele gereksinim duyarız.

“Yaşıyor gibi görünüp de yaşayamamak” da var elbette ki. 
Ne acıdır ki, birçok insanın yaşamında bu var. 
Dostluk, insanlık, kardeşlik birbirine eşlik ederken, tüm insanlar bir yerde halka olacaklar, savaş ve kin uzaklaşacak, türküler söylenecektir güzel, saf ve temiz yüreklilikle. 
Reddedilsek de, dışlansak da, kötülensek de, dünyamız ne kadar kirletilse de;

“Dostluk insanlık kardeşlik
Birbirine eder eşlik
Varlıklar olmuşlar bebe
Dünya sallanmakta beşik”


Özlemimiz, daha iyi ve daha güzel yaşanası bir dünyadır. 
Sevgiyle dokunduğumuz her yürekte hainlik sezmişsek, 
Kangren olmuş, karmaşık, tatminsiz, tahammülsüz, sınırlayıcı bir toplumla kuşatılmışsak; çemberi kırmak gerek!

Ne diyordu şair?
“Bütün umudum sende…”
Evet, bütün umudum sende!

Ay harmanlamış, içine düşüyorsun. 
Gecenin üçü ve ben hala yazıyorum. 
Ağustosböcekleri, baykuşlar susmuş, duyulmuyor artık tren düdükleri, korna sesleri. 
Kent derin uykuda, bir ben uyanık…

Birden solgun yüzün beliriyor yere düşen ayın ortasında.
Titrek dudaklarında acılı bir gülümseme, ışıltılı gözlerinde ihanetin nemi, incecik parmakların bağlamanın tellerinde geziniyor. 
“Aaah ah!” diye şarkına başlıyorsun;

“Seher yeli dağıt beni kır beni”

Tam bu sırada 
Filistin’den, Lübnan’an çığlıklar getiriyor güney yeli. 
Sesindeki acılık güneyden gelen yele karışıyor;

“Geleceksen bir gün düşüp ardıma 
Kula değil, yüreğine sor beni”

Oysa daha sehere çok zaman var. 
Birden uyanıyorum düşümden. 
Özlemimin bahardan sonbahara düşmesi hiç bir şeyi değiştirmiyor ve hala sessizliği dinleyerek yazıyorum…

Gözlerinden öpmüyorum, eskirler…
Bir dahaki mektubunda upuzun kirpiklerinde hüznü görmemeyi bekliyorum.
Güzel gözlerinin güzel günler görmesini, güzel bir yaşamın olmasını diliyorum.

Süleyman ÖZEROL
26 Ağustos 2006 

24 Ekim 2015 Cumartesi

Sen Yoktun, Aklıma Neler Geldi

SEN YOKTUN, AKLIMA NELER GELDİ...



Merhaba,

Kahvaltıdan sonra sana yazma gereksinimi duydum. Çünkü iki haftayı aşan bir süreden beri sürekli kaçıyorsun.

Kaçışın mutlu bir ortamda oluşundan dolayı ise ne güzel… Yok, acılarla savaşıyorsan ya da acılara sığınmışsan benim acılarımı kat kat katladığını bilesin.

İnsan bazen kendisi ile baş başa olmak, kendisini dinlemek ister. İnsanın kendisini dinlemesi de o kadar kötü bir durum değil, ancak felsefeye fazla dalmamak gerek. Felsefeye dalmak işleri çatallaştırır, çıkmazlar baş gösterir hatta derinleşir.

Yöremizdeki türkülerden birinde, “Yol ikidir hangisine gideyim” diye bir söylem vardır. İki seçenekten hangisini seçeceğine bir türlü karar veremeyenler için söylenmiştir. İki seçenekte zorlanan insan üç, dört, hatta daha fazla seçenekler olduğunda daha da zorlanır. Beyin zorlandıkça vücudu da zorlar, çıkmazlar, çözümsüzlükler kendisini daha da belli eder, artar da…

Diyalektik akış her zaman olumsuz olacak değil ya; gelişmeler bazen de “istediğimiz” gibi olur. O zaman mutluluk tavan yapar. Oysa diyalektik akış istediğimiz gibi değil, “olduğu gibi”dir.

“Mademki ben bunları yaşadım, yaşıyorum ve de yaşayacağım; o zaman her şeyi olağan karşılamam gerekir” diye düşünmeli insan. Bu durumda daha sakin, daha sağlıklı düşünme, eylem yapma ve değerlendirme yapma olasılığı artar.

Nazlı Nur Yılmaz adlı şair ve ressam arkadaşım ile sanırım 2005 yılında tanışmıştık. Resim sergisine gitmiş, haber yapmış ve şiirlerinden bazılarını bana gönderdiğinden kitap basılacak biçimde düzenlemiştim. Hatta kitap kapağı tasarımlarım olmuştu. Görüşmeler yaptık ve karar da verdik, ancak bu kitap bastırma işi bir türlü olmadı. Yıllar önce yaşadığı sorunlar yetmiyormuş gibi gününü çoğunu hastanelerde geçirmesi de başlı başına bir sorun idi. Üç dört yıldan beri görüşemiyoruz ve bir yılı aşkın bir süreden beri de konuşamıyoruz. Kısacası iletişimimiz kesildi.

Düz şiir (mensur şiir) denince Şemsi Belli, Nazlı Nur’un da “Sen yoktun” şiiri aklıma gelir.

SEN YOKTUN


Çamurlu sokakların ıslaklığına, içimde depreşen duyguların kasvetine basa basa yürüyordum. Simitçilerin, kitapçıların, müzik marketlerde çalınan o en sevdiğimiz türkünün aynısını, bizi uçuran, içimizi göçüren o en acı, o en tatlı ahengine bir sigara yakıp, seni kalbimin derinliklerinde yaşayarak ve kalabalıkların ilgisizliğine karışıp yürüyüp gittim. SEN YOKTUN

Yüksek binalar üstüme çöktü, gökyüzünün ağırlığı altında ezildim, arabalar üstümden geçti. Bir kör kurşun sinsice arkamdan vurdu. Sonra atıldım, satıldım. Uykularda bunları gördüm ben! Sıçrayarak uyandığım rüyalar gördüm. SEN YOKTUN

Gündüzleri ayakkabı boyayan, mendil satan, tiner çeken çocukların, geceleri bankamatik kulübelerinde, kömürlüklerde, bodrum katlarında birbirlerine sarıldıkları gibi, sıcak bir evi tanrılaştırdıkları gibi… Bu soğuk duvarlar arasında işte bu köşede uyudum. SEN YOKTUN

Belki diyecektin, belki de bunların hiçbirini söylemeyecektin. Belki de ben anlatmadan sen anlayacaktın. Evet, ben anlatmadan sen hep fazlasını bilecektin, anlayacaktın. Ben de bunun rahatlığını yaşayacaktım. SEN YOKTUN

Bir kadehte sarhoş olacağımız bir gece olacaktı, bir fıçısında seni azar azar lütfettiğin bilgeliğinden yararlanacaktım. Sendelemeyen muhabbetimiz olacaktı. Sen konuşurken ben sarhoş olacaktım. Unutma ben seninle konuşurken kafam hiç ayık olmuyor zaten, konuş diyecektin, diyemedim. SEN YOKTUN

Ve belki de umarsız sokağa bırakacaktık kendimizi, sen edebiyat kurallarını ateşe verecektin. Ben kalıplarla kurgulanan bu benliğimi… Sokağa öyle çıkacaktık. “Ne fark eder birlikteysek” diyecektik. İçimizde palazlananözgürlük nehrinin seline bırakacak, boğulmamak için hiç bir çaba sarf etmeyecektik. Ölüm de ne ki canını yakar insanın, yakarsa yaksın biz zaten birlikte olmadık mı ölüydük diyecektik. Birlikte diyemedik. SEN YOKTUN

Biz diyecektik. Biz ikimiz ne sen ne ben sadece ikimiz diyecektik. Şimdi yoksul bir yanım kanıyor, o bir yanım ki sevdalı, bir yanım üşüyor, bir yanımı bölmüşüm kanıyor, o yanım acıyor, acıtıyor o yanımı, boğazıma ham lokma gibi oturdu, ayrılık kusamıyor susuyordum, sana sesleniyordum, duyuramıyordum. SEN YOKTUN

Ve ben de yudumladım gurbet şarabını. Uzak iklimlerin kimliğini, kavruk yüreklerin çığlığına ve gidenlerin küfürlerine savuşturuldum. Çoktandır beklerlerdi beni bu kapıda. Son çıkışımdı, son arzumdu diye dönüp geriye baktım. Rengini unutamadığım gözlerin neredeydi? Yoktu. Son bir kez sarılıp elveda diyecektim. Diyemedim. Yoktun, yoksun işte yok… SEN YOKSUN


Nazlı Nur YILMAZ, Ankara, 1999

İşte böyle…

Galiba uzaklaşmak aratıyor.

Sen yokken, aklıma neler geldi, bir bir yazdım.


Süleyman ÖZEROL

21 Ekim 2015, Ballıkaya

21 Ekim 2015, Radikal Blog