12 Aralık 2017 Salı

Yaz'a Mektup

Yaz'a Mektup
Handan Seçkin

Güneş hâlâ kor kızılı batıyor, sadece erken terk ediyor bacalardan çıkan yoğun is kokulu havayı solumak istemezcesine. Bıraktığın meyve kokulu ağaçların dallarındaki yemyeşil yapraklar hayata son kez bakan idam mahkûmları gibi tutunmaya çalıştıkları kurumuş dalların ucunda çaresizler. Toprak ve bakır karışımı renkleriyle süpürmeye kıyamadıklarım onlar. Yağan yağmurlarla sürüklenip denize karışırlarken Medusa'ya selam gönderdiklerim…
Bir zeytin mevsimi daha başladı sensiz, sen bilmezsin bu tabloyu, hiç görmedin. Hani sabahlarında soframıza getirdiğimiz bazen yeşil; ki şöööyle zeytin yağını gezdirip, limonu da sıkınca enfes olur, bazen de siyahı hani yemek için hacı yolu gözler gibi gözlediğimiz, bidonları çalkalayıp çalkalayıp "oldu mu?" diye tadına baktığımız. İnsanlar ağaç tepelerinde cıvıldıyor, çünkü havada para kokusu var. "Bu yıl zeytinler zımbalı, bu kış küçük ilaçlamamış benimki" sohbetlerini duymanı isterdim iki kadın bir araya gelince.
Martıların yine çığlık çığlığa bitmez tükenmez telaşlı halleri devam ediyor. Palamut mevsiminde çarşaf gibi denizin üzerinde sevinç çığlıkları ile denize sayısız pikelerini görmeni isterdim. Kargalar da coşkulu. Zeytin zamanı coşkusu bu… Ebegümeci toplamaya çıktığım gün kara bulutlar gibi çağıldayarak adeta birlikte gezdik sahili. Fotoğraflarını çekmek istedikçe uçtular, bir sonraki ağaçta beni beklediler eminim, sahil boyunca sürdü bu oynaştık resmen. 
Sonbahar renklerini, yağmurlarının altında hafif üşüyerek yürümeyi, denizin isyankâr hallerini seviyorum ama ıssızlık bana göre değil. Seninle iken omuz omuza yürüdüğümüz, aynı havayı soluduğumuz, denizi paylaştığımız, kumsalında yan yana yattığımız, göz göze geldiğimiz insanları arıyorum. "Kimdir, nerelidir ?" diye kendimce yorumlar yapmayı sevdiğim. Özellikle yalnız kadınların, bazen hüzün bakan gözleri, bazen neşe saçan hallerini inceleyip kendimce yaşadıklarımdan yola çıkarak yorumlar yapmayı. 
Bir de sahilde aç kalmış gözümün içine içine bakan kedi, köpeklere yetememek üzüyor beni. O kadar çoğaldılar, o kadar çaresizler ki; "Can bunlar, bunlar da can!" diyorum. Nefes alıyorlar, acıkıyor, doğuruyor, emziriyor, üşüyorlar. İşte burada başka ülkelerde gözlemlediğin medeniyeti özlüyorsun. Hayvan barınakları, kısırlaştırmalar, insan ve hayvan sağlığı ile ilgili her şey. Sonuçta ikisi de biribiri ile bağlantılı değil mi? Kedileri tekmeleyip geçenler, onlar olmadığında farelerin başrol oynayacağını bir düşünebilseler. Hayvan sevmeyen ruhsuz insanların, insanlarla diyaloğunun da samimi olmadığına inananlardanım ben...
İşte böyle Yaz… 
Seni şimdiden özledim, güneşinin Avşa ve Marmara üzerinden süzülerek en güzel hareleriyle veda ederken çekilen yüzlerce fotoğrafları tekrar tekrar yudumlarken sıcaklığını hisseder gibi olmak da güzel ama. 
Yaşadığım bölge bir yarışma olsa Dünya Güzeli seçilir Yaz. Tarihi, doğası, kimyası bozulmamış insanları ile Erdek! Kapıdağı Yarımadasının nadide incisi Erdek. Çocukluğumdaki iğde ağaçlarına kurulmuş salıncakları, ağaç tepelerinde cır cır böceği kovalamayı, uçsuz bucaksız gelincik tarlaları içinde saklambaç oynamayı, kiraz seyranlarını, Apostol pikniklerimizi, Seyitgazi'deki dilek tutma coşkularını da Erdek'te yaşamadık mı seninle. 
"Kar kokusu var Ocaklar'ın ayazında" dedi bugün bir arkadaşım. "Kışı görmeden Yaz gelmez!" diye düşündüm Aralık ayıyla kışa adım attığımız bu günlerde.


Erdek, 2 Aralık 2017
FOTO: H. Seçkin (Erdek)











1 Aralık 2017 Cuma

“Kültür Yozlaşıyor, Kaynak Kişiler de Tükeniyor.”
























“Kültür Yozlaşıyor, Kaynak Kişiler de Tükeniyor.”

Merhaba,
Bugün 17 Kasım 2017, Perşembe...
Köyden döneli üçüncü haftaya girdik. Köyün temiz havası, güzel doğası orada kaldı. Ankara'nı kirli ve soğuk havası sanki bize "hoş geldin" dedi...
Öğleden sonra Kızılay’da Hekimhanlılar Derneğine uğradım.
Murat Ceyhan, çalıştığı gazetede bir yazımı yayınlamıştı. Bana göndermiş köye ama elime geçmedi. Kendisini aradım görüşmek için, ulaşamadım. Güven Park’tan Yüksel Caddesine geçerken Av. Ömer Erdoğan’ı aradım. Öbür gün saat 14.00’de Halk Ozanları Kültür Derneğinde cumartesi etkinlikleri olacağını haber verdim.
Yüksel Caddesine geçtim. Çay içerken ressam hemşerimiz Cezmi Orhan’ı aradım, bugün atölyesinde imiş, başka bir gün görüşeceğiz.
Murtaza Çağır’a uğradım. Murtaza bağlama yapımcısı olup mesleği ile ilgili işyeri var. Orada Hikmet Karadeniz ile Ballıkaya'ya birlikte yanıma kadar gelen Ahmet Mercan ile karşılaştım. Ahmet bağlama, Hikmet keman çalar, birlikte etkinlikleri de olur. Bu akşam da bir yerde konserleri varmış. Oradan ayrılırken Türkü dergisi gözüme çarptı. Dönüp satın aldım.
Yüksel Caddesine döndüm, Konur Sokağın başına yaklaşırken “Dilek Işık yeni yer açmış, oraya bir uğrayayım” dedim kendi kendime. Olgunlar’da Sentez Kültür’ün yeni yerine uğradım. Yemek yerken aynı zamanda Behzat Çiğiltepe ve Dilek Işık’ın şarkılarını da dinledim. Bir yandan da Türkü Life dergisini karıştırdım.
Ankara’da yayınlanan Türkü Life dergisinin 9. Sayısı Kasım ayında çıkmış. Türküden çok türkü söyleyenlere yer verilmiş. Musa Eroğlu, Fuzuli, Aşık Daimi, Nilüfer Sarıtaş, Necip’in Ağıdı, Gönül Yarası (film), Kaval, Cem Tarım, Çağdaş Aslan, Caner Gülsüm, Hacı Taşan, Hasan Bakan, Göktürk Savrazlar, İhsan Öztürk, Ali Kızıltuğ’dan Herkese Selam, Gürkan Çapkan Son Durum, Bizim Türküler ve Burak Sönmez, Sinsin Oyunu, Bir Avcı Avladı Beni, Destek Olmayan Köstek Olmasın, Özgürlüğün Sesi Özgür Radyo, Yeni Albüm(ler), Magusa Limanı/Ali’nin Ağıdı (Notalı)…
Çok değil, birkaç not aldım...
Cem Tarım, “Kara cem düzeni” diye kendine özgü bir düzenden söz etmiş. Aynı sanatçı, “Her sanatçı kendi bölgesini iyi incelemelidir” demiş. Bu bana Celal Yalvaç’ın otuz yıl önceki sözünü ve ozan Muharrem Yazıcıoğlu’nun halk ozanı tanımlamasını anımsattı.
Malatya’nın kıdemli gazetecisi Celal Yalvaç, 1988 yılı yazında Yenilenen Köy Ballıkaya çalışmamı incelediğinde ve görüş gazetesinde yayınlandığında, “Senin gibi her köyden bir kişi kendi köyünü derleyip araştırsa, ülkemizin tüm köylerinin kültürel haritası çıkar” demişti.
Halk ozanı Muharrem Yazıcıoğlu’na göre ise; “Ozan, “Şiir yazmasıyla Şair, söylemesi ile Ses Ustası-Bestekâr, yöresinin türkülerini söylemesi ile ‘Mahalli Sanatçı’dır. ‘Halkın öncüsü, gözü, kulağı, sesi olarak halkın yanında yer alır.’Bu yönüyle de Aydın’dır” demişti.
Genç sanatçı Cem Tarım da bunları dile getirmiş ve aslında çok önemli bir konu. Önceki gün telefonda konuştuğumuz Dr. Taner Tosun’un dediği gibi, “Kültür yozlaşıyor, kaynak kişiler de tükeniyor.”
Dergide yer verilen Gönül Yarası filmi ile ilgili yazıdan Malatya’nın ünlü sanatçısı Fahri Kayahan’dan ve Etek Sarı türküsünden söz edilmiş, türkünün üç dörtlüğü de yer almış. Elbette ki türkünün ilk okuyanından, Meltem Cumbul’un sanatçı Ceylan’a öykünerek “Sarısan, karısan, yarısan” biçiminde okuyuşundan, bu ağzın Hekimhan’da da Arguvan’da da olmayışından söz edilmemiş.
Elbette ki sanatçı türkünün yalnızca sözlerini öğrenip okumakla yetinmemeli; yöreyi, türkünün öyküsünü, okuyanları, yansımalarını, yankılarını da öğrenmelidir. Papağan gibi söyleneni yinelemek herhalde sanatçılık değildir.
Bu kadar sözcük yığınını san yazmakla ne yapmak istediğimi düşünüyorsun elbette. Elbette ki düşüneceksin… Türkülerimizi içli ve duygulu biçimde yorumladığını ve türkülere önem verdiğini bildiğim için yazdım bütün bunları. Diğer yandan birileri de kalkıp kendi duygu ve düşüncelerini dile getirebilirler diye de düşünüyorum.
Bir gün, “Dereye aşağı mil ince ince” akarken o güzel sesini duymakla mutlu olacağımı belirtiyor, içten sevgilerimi iletiyorum.

23 Ekim 2017 Pazartesi

Tüm Mektuplarım Sana

TÜM MEKTUPLARIM SANA

Merhaba,

Her mektubuma “Merhaba” diye başlarken, hitap ettiğim kişileri farklı görebilirsin. Ancak tüm mektuplarımın sana olduğunu belirtmeliyim.
Gel, bu kadar uzaklaşma, yolumuz olsun tenha kaldırımlar, dağ yolları. Yürüyelim saatlerce, söyleşelim durmadan, usanmadan…
Mektuplarımı okusan da okumsan da yazacağım. Yazmak yaşatır beni. Bazen kendimi yazmanın sarhoşluğuna kaptırıyorum. Söylenmeyenleri yazmak da bir tür söylem değil mi?
İçindekileri dışarı atabilmek kolay olsaydı; o kadar insan intihar etmez, ruhsal bunalımlara girmez, hırçınlaşmazdı. Velhasıl daha pek çok olumsuz davranış olmaz, içimize attıkça sorunlar da dağlar gibi yığılmazdı…
Yıllar önce (sanırım çeyrek yüzyıl olmuştur) Zeliha abla ne demişti biliyor musun?
“Senin neden saçların ağarmıyor, neden genç kalıyorsun biliyor musun?”
Sonra yanıtı da kendisi vermişti;
 “Sen balkona çıkıp da o tellere vurup türküleri söyledikçe içinde ne varsa dışarı atıyorsun da ondan…”
Eczacı Hasan Aktaş’ın eşi olan Zeliha Abla elbette ki haklıydı. 1975-2014 yılları arasında oturduğumuz kayınpederin evi Başharık Mahallesinde idi. Evim balkonu ikinci bir ev gibiydi. Zeliha ablaların evi de arka balkonunun karşısında idi. Hemen her gün balkona çıkardığım masanın üzerine radyo-teybi, kitapları, kasetleri, defter ve kâğıtları, kalemleri koyar, arkadaki pencere demirine de 1973 yılında Urfa’da Tertipli Mustafa’dan aldığım bağlamamı asardım. Alırdım bağlamayı bir başlardım Arguvan’dan,  havalarından, en az bir saat sürerdi kendimce dinletim. Sonra bir yandan okurken bir yandan da radyo-teyp dinlerdim. Bir süre sonra bağlamla Aşık Veysel, Pir Sultan, Aşık Mahzuni, Aşık Yoksuli ve daha pek çok ozanın türkülerine, diğer halk türkülerine eşlik ederdi. Ruhi Su’nun bizim köyden derlediği deyişleri ve bizim yöreden başka yörede bilinmeyen deyişleri çalıp söylerdim bazen de…
Bir gün çalıp söylerken komşulardan Ali Hançerli “Hoca, hoca!” diye seslendi. Çalıp söylemeyi bırakıtım, bakalım ne diyecekti?
“Hocam, biraz daha yüksek sesle söyle de biz de dinleyelim” dedi.
Bir başka gün de karşı binalardan birinde oturan komşulardan bir bayan yanındaki komşuya, “Hocaya söyle de daha yüksek sesle söylesin biz de dinleyelim” demişti.
Balkon bazen de komşularla şenlenirdi. Piknik yapardık bahçede. Çiğ köfte olurdu, mangal yakılırdı... Özelilikle ikisi de rahmetlik olan koşularımız (Hak rahmet eylesin) Sait Kutlutürk ve Rüçhan Çakaralmaz birlikte de gelirler, bir iki bardak da bir şeyler içer, türküler söylerdik. Zaman zaman da tez, araştıra, ödev yapan öğrencili ya da başka kişiler gelirdi ve burada daha farklı ortamlar olurdu.
Bir zamanlar böyleydi yaşam. Şimdi ise yazmaya ağırlık veriyorum ve de her gün yazıyorum. Sanırım iki yılı geçti, son zamanlarda da mektup yazmaya, bazı konuları böyle anlatmaya başladım. Günlüklerim ve mektuplar sanki de geçmişteki çok yönlü uğraşılarımın yerini aldı. Toplumda yok denecek kadar azalan mektup yazma alışkanlığını yaşatmayı seviyorum ve bunu hep sürdüreceğim.

“Mektuplarımı okusan da okumasan da yazacağım” demiştim girişte. Kalemin döndüğünce yazacağım. Diyor, yüzündeki acı gülümsemenin mutluluk gülümsemesine dönüşmesini diliyor sevgilerimi iletiyorum.


3 Ekim 2017 Salı

Bir Güne Sığamayan Ben...



Bir Güne Sığamayan Ben...

Merhaba,

“Gün günü kovalar” derler ya; acaba her gecenin getirdiği sessizlik ve sensizlik de ertesi gününü gecesiyle ilgili olabilir mi?
Olsun ya da olmasın, her gece yüzünü anımsamakla yetinmeyip, fotoğraflarına da bakarak belleğimde tazeliyorum yüzünü. Her gün eve girerken kapıda ve bilgisayarı açtığımda adını andığıma, içten duyumsadığıma göre benim için sessizlik ve sensizlik yalnızca ertesi günün gecesiyle değil, tüm gecelerimle aynı oluyor. Çünkü her gecemi sen dolduruyorsun.
Şöyle bir hesaplama yaparsak; bazı günler erken ya da geç kalkmış olsam da genellikle sekiz, sekiz buçuk arası kalkarım, gece yarıyı geçmeden, diğer günden birkaç saat almadan da yatmam. Senin anlayacağın bir güne sığamıyorum…
Bir güne sığamayan ben, her gün yazmazsam da duramıyorum. Acaba bu alışkanlık mı, yoksa bir tür “hastalık” mı? Hangisi olursa olsun, ben Oktay Akbal’ın, “Yazmak yaşamaktır” sözüne katılıyorum.
Hüseyin Şahin arkadaşımız bir ara bu durum için “kronik” sözcüğünü kullanmıştı. Kronik; olayların günü gününe, tarih sırasına göre yazılmasıyla oluşan tarih anlamında. Diğer yandan “süreğen”, yani sürekli yinelenen anlamında bir kavram olup, eskileri “müzmin” derler. Tıpta da kronik astım, kronik faranjit, kronik sinüzit gibi kullanımları var.
Yazmamak, benim için büyük boşluk yaratıyor yaşamımda. Hani bir zamanlar, “Yaşam, zamanı doldurmak değil mi?” diye sormuştum ya; elbette ki yaşam da yalnızca yazmakla doldurulmuyor. Gezmek, okumak, eğlenmek, yürüyüş yapmak, spor yapmak, söylemek, şarkı söylemek, müzik aleti çalmak, dinlenmek, müzik dinlemek, fotoğraf çekmek, resim yapmak, şiir yazmak ve daha pek çok davranış yaşamı doldurmada var olan davranışlar…
2010 yazında Sultan Kılıç benimle bir söyleşi yapmış ve bunu Tek Kişilik Ordu” başlığı altında Arguvan Yolu dergisinde yayınlamıştık (Sayı 9).
Burada zaten günü ve yaşamı dolduran çalışmalarımdan söz ediliyordu. Dolayısıyla, bu yazıdan hareketle Sultan Kılıç’ın yaşamöykümü yazabileceğini düşündüm ve kendisi ile konuşmak için sözleştik, ancak bir daha da görüşemedik.
Gazi Üniversitesinden Prof. Fatma Ahsen Turan’ın öğrencilerinden Alpaslan Karabağ, yaşamım ve sanatım (şiir) ile ilgili bir tez çalışması yaptı ve Fatma Ahsen Turan ve Ayşe Oğuzhan Börekçi tarafından hazırlanan "Sazın ve Sözün Sultanları/Yaşayan Halk Şairleri-X" adlı kitapta yayınlandı (Gazi Üniversitesi Yay.). Çalışmada, Sultan Kılıç’ın söyleşisinden de yararlanıldı.
Üçüncü bir söyleşi Canan Sevgi Güner tarafından gerçekleştirildi. Bu çalışmada da her iki çalışmadan yararlanıldı. Ancak herhangi bir yerde yayınlanmadı.
Bu üç çalışmayı bir dosya olarak düzenledim. Sanırım yakın zamanda kitap bütünlüğüne kavuşacak…
İşte böyle…
Bir güne sığmayan zamanı ertesi güne taşırken hep sen varsın aklımda. Zaten sana yazarak da biraz olsun içimdekileri döktüğümün farkındayım. Her ne kadar mektuplarıma yanıt yazmasan da pek çok kişinin okuduğunu biliyorum. Pek çok kişinin, “Sanki bana yazılmış”, “Sanki benin söylemek istediklerimi söylemiş gibi değerlendirmeler yaptıklarına da inanıyorum.
Sevgilerimi iletiyor, güzel günlerin eksilmemesini diliyorum.


Ballıkaya, 20 Eylül 2017

30 Eylül 2017 Cumartesi

Kültür, Yaşamın Her Alanını Kapsar

Kültür, Yaşamın Her Alanını Kapsar















Merhaba,

Yine yazmaya ara verdim biliyorum. Uzun zamandır Malatya’ya gitmemiştim. Bununla birlikte yeni tanıştığım biri var, ondan söz edeyim sana…

27 Ağustos 2017 günü öğleden sonra Kazım Erayabakan aradı, Sultan Avcı adlı bayan benim ile yazma konusunda görüşmek istiyormuş. “Haber vereyim de telefonunu vereyim” dedi. Verebileceğini söyledim. Bir süre sonra Sultan Avcı aradı, konuştuk.
Kırlangıçlı… Bir zaman İstanbul’da daha sonra Bursa’da bir zaman kalmış. Yıllar sonra Malatya’ya dönmüş ve Babası ile kalıyormuş. Seksen sekiz yaşında olan babası, Akçadağ İlköğretmen Okulunda okuduğumuz zamanlarda Akçadağ İstasyonunda görev yapmış.
Bayramdan sonra uygun olursa Malatya’ya gideceğimi söyledim.
“Yüz yüze konuşmak isterdim” dedi.
Daha sonra diyalogumuz şöyle oldu.
“Ben sıfırdan başlayacağım.” diye yazdı.
Ben de, “İnsan için sıfır olmaz. En azından düşünceleri, anıları vardır” diye yazdım.
“Moral verdiniz” dedi.
“Sizden bir şey istesem; benim ile iletişim kurma öykünüzü yazar mısınız?” dedim, “Tabii… Ancak hemen gönderemem. “ dedi.
“Gerçi bana telefonda biraz olsun anlattınız” dedim, “Kaleme alacağım.” Dedi. Sonra da sayfalarıma bakmış olmalı ki şunları yazdı: “Başkalarını mutlu ederek mutlu olmak felsefemiz ortak felsefemizmiş. Şimdi okudum özgeçmişinizi” dedi. Bakalım iletişim kurmamızı nasıl anlatacak?
14 Eylül günü sabah araba yokmuş. Olsa idi o gün Malatya’ya gidecektim. Ertesi güne kaldım. 15 Eylül 2017 günü Mehmet Şahin’in arabası ile Malatya’ya gittim. Yolda şiir kitabı taslağını hazırladığım Âşık Turan Gül’ü aradım. Bir saat sonra Ceyhan’a gidecekmiş, kitap taslağını dükkâna bırakmış.
Paşaköşkünde Örnek Lokantasında kahvaltı yaparken İbrahim Koyun geldi, sohbet ettik.
Kahvaltı malzemeleri; zeytin, peynir, tereyağı, bal, çökelik, domates salatalık, maydanoz, kuzukulağı, çay, ekmek, su. Bu kadar yiyecek bir arada ve oldukça güzel bir kahvaltı oldu.
Ömer Erdoğan kitap çalışması için Kamber Poyraz ve Osman Özpolat’a ulaşamadım. Tahsin Özen, İzmit’te imiş, ay sonu dönecek.
Yıldız Müzik Merkezine uğradım, Gülay ile birkaç dakika konuştum, Adil atölyede imiş.
Cano Elektrik’te Turan Gül’ün dosyasını aldım. Taksi ile Sümer Park’a gittim. Sultan Avcı geldi, bir yere oturduk, bakan kimse yoktu, başka bir yere geçtik.
Güngör Bebek ile konuştum, gelecekti, sonra aradı, gelemeyeceğini bildirdi.
Çay sohbet, çay sohbet derken dört saate yakın zaman geçti. Sultan Avcı’ya çalışma yöntemlerim, yazılarımdan örnekler, şiiri yazılarda kullanma, kısa şiirler ve daha çok da mektup konusu…
Fotoğraf çektirdik. Ben kendisini birkaç fotoğrafını çektim. Yaşamından söz etti. Evliliği ve ayrılması, babası, Alevilik konusu vb…
Yazılarımı son zamanlarda mektup biçiminde yazdığımı, kendisinini de deneyebileceğini söyledim. Mektup yazma akışkanlığımdan söz ettim. Vayloğ Dede, Babamın Şiirleri ve Televizyonu Nasıl Buldum kitaplarımı armağan ettim.
Hüseyin Şahin Atakan Müziğe gidiyormuş. “Daireye uğrayayım” dedim, “Kimseyi bulamazsın, bugün maaş günü” dedi. Maaş günleri herkes alışverişe gidiyor demek ki?
Sultan Avcı ile birlikte İl Kültür ve Turizm Müdürlüğüne uğradık. İl kültür ve Turizm Müdürü Levent İskenderoğlu ile görüştük. Ziyaret ettiğimiz Levent İskenderoğlu kartvizitimde bulunan "Ben Bir Sitüs İnversüs"ün ne anlama geldiğini sordu. Ben de 1962 yılına giderek çocukluk anımı, 1964 yılında televizyonu nasıl bulduğumu, daha sonra (1999) ilk kitabıma "Televizyonu Nasıl Buldum" adını verdiğimi anlattım. Çalışmalarımdan söz ettim. "Nasıl yardımcı olabiliriz?" sorusuna ise "Gönüllü Kültür Adamları" dosyamdan söz ederek yanıt verdim. Resmi görevlilerin yapacaklarını yapan gönüllü kültür adamlarından bazılarını adları ve çalışmaları ile anlattım. Gönüllü Kültür Adamlarına Seyirci Kalınmamalıdır" yazımı örnekleyemedim ama şimdi buradan anımsatıyorum ilgilenenler için...
İskenderoğlu, Ekim ayında Malatya'nın yazan-çizen takımı ile bir toplantı yapmaktan söz etti. Kendisine, Babamın Şiirleri ve Vayloğ Dede kitaplarımı armağan ettim, başka kitaplarımdan da göndereceğimi belirttim.
Dilerim Üniversite, İl Kültür Müdürlüğü ve Belediye gibi doğrudan kültür ile ilgili kurumlar kültürü yalnızca din sanmayıp, yaşamın her alanını kapsadığının bilincinde olarak Malatya kültürü ile ilgili çalışmalar yapar, çalışmalar yapanlara da destek olurlar...
Ayda bir de olsa Malatya’ya gelmek belki de biraz farklılık yaratıyor. Ancak bu kısa sürüyor, çok kişi ile görüşme olanağım olmuyor. Bu yaz geçti, artık gelecek yaza diyelim…
Bir daha anımsatayım; kültür, yaşamın her alanını kapsar. Ayağının altı ile düşünenlerin çoğaldığı ülkemizde Malatya’nın da yer aldığını görmek gerçekten acı…
Selam ve sevgilerimi iletiyorum…

28 Ağustos 2017 Pazartesi

Werin, ez bêjim…

Werin, ez bêjim…


















Belki de yalnızca mektup yazmak istedim.
Bir mektup işte; gözlerin için…
Belki de son mektup…
Gözlerine de bakamıyorum ya…
Belki bu nedenle son mektup…
Yazacak bir şey de yok.
Hayır, hayır!
Yazacak çok şey var da; bir şey yok…
Çünkü

“Taşlar yürüdü
Aktı kiremitler
Bir bir kapandı
Sabaha açılan pencereler”


O zaman bu dizeler akmıştı kalemimden.

“Hayaline bile almayan canan
‘Sevme beni, sevme!’
Diyordu düşümde”


Sanırım artık o düş değil, gerçek…
Son mektup sanırım zor bir şey…
Zor da olsa bir şeyler yazmalıyım.
Yoksa içimi kemirir…

“Vara rune!”
Kürtçe bilmem ama, Kürtçede “Vere rune”, “gel otur” demek.
Yöremizde “vere” değil de “vara” diye söylenir daha çok…
Bir zamanlar bir şiir okumuştum.
Sanırım kırk beş yıl önce…
“Gel çök, anlatmalıyım” diyordu Oya Uysal…
Kürtçede, “Werin, ez bêjim”…

“Bilmiyorsun mutlaka korktuğumu
Korkum sensin, korkum içimdeki fırtına
Sen dökerken denize derdini
Ben toprağa bile dökemiyorum”


Yutuyorum, yutuyorum içimdekini
Acaba kime anlatsam?
Yoksa içime mi atsam?
Hayır, hayır!
İçine atmak kadar kötü bir şey olamaz.
Hep konuk mu etmeliyim usuma birini?
Ya birilerini desem, maymun iştahlılık mı olur?
En iyisi yaşamın akışı…
“Günü doldurmak değil mi yaşam?” diye sormuştum ya…
Günü en güzel biçimde doldurmak…
İşte bu önemli…
Biliyorum yine yanıt yazmayacaksın; olsun...
Ve yakında bayram var, unutma…
Bayram…

“Bayram gelir küsülüler barışır
Uzat ellerini bayramlaşalım”

27 Ağustos 2017 Pazar

“Belediyenin kültür politikası ve kültür müdürü olmalı”





“Belediyenin kültür politikası ve kültür müdürü olmalı”













Merhaba,

Zamanın bu kadar hızlı aktığına bu yılki kadar tank olmamıştım. Günler sanki su gibi akıp geçiyor…
Yaklaşık bir ay önce sana yazdığım mektupta Hekimhan’dan söz etmiştim. Bugün yazacaklarım da Hekimhan ile ilgili…
21 Ağustos 2017 günü İğdir köyünden Tahsin Koçer’in yıllardır Ballıkaya-Hekimhan hattına çalışan minibüsü ile beş kişi Hekimhan’a gittik. Kendi köyünden yolcu yoktu.
Hekimhan’a gireceğimiz yere yakın olan Arguvan yol ayrımında bulunan şantiye sanki de yolun ortasında idi. Toz, toprak, çamur ile karşılaştık yine.
İlçe merkezine girdik, orada da yine toz, yine toprak, yine çamur; üstelik trafik de karmakarışık…
Kahvaltıdan sonra Belediye Çay Bahçesine gittim. Sanatçı Şehriban Kırıcı bir deftere yazdığı türkülerden bazılarını kâğıtlara aktarıyordu. Yıllar önce elim ile yazdığım çok sayıdaki türkü ve deyişi bilgisayara kaydettiğimi, kendisine gönderebileceğimi söylediğimde, “Memnun olurum” dedi.
Çayımızı içerken iki hafta önce gerçekleştirilen 7. Hekimhan Ceviz Maden ve külttür Festivalinden bir gün önce seçici kurulunda ikimizin de yer aldığı yerel türküler yarışmasında yarışmacıların armağanları konusunda sorun yaşandığını söyledi.
“Yarışmanın çok önceden duyurulması, yerel türküleri ortaya çıkarmaktan öte, türkülerin yaşatılması ve geleceğe aktarılması amacını taşımalıydı” dedi. Ayrıca ön eleme, eleme ve final ile derecelendirme yapılması gerektiği üzerinde de durduk.
“Festivalde kültür yok, maden konusu yok, ceviz ise 29 Eylüle bırakılmış. Kültürel konular ve maden ile içerik doldurulmalıydı. Belediyenin kültür politikası ve kültür müdürü olmalı.”
Kendisine yıllar önce yayınladığımız bildirimizi anımsattım, “Biliyorum” dedi. Aslında eklenecek daha çok şeyler olabilir. Ancak kısa süreli söyleşimizde bunlardan söz ettik.
Aslında konular yalnızca Hekimhan’ı değil ülkemizin pek çok yerleşim birimini ilgilendiriyor. Çünkü pek çok yerde benzeri durumlar yaşanıyor. Hele de merkezi otoritenin kültürel konulardaki tutumu kaygı verici. Yıllardan beri kültürel yayın yapmayan bir Kültür Bakanlığımız var…
Hekimhan PTT’den Vayloğ Dede kitap çalışmama kaynaklık eden dört kişiye kitaplarını gönderdim. Bu kitapta biliyorsun senin de yazın var…
Alışveriş yaptıktan sonra köye döndük.
Son zamanlarda mistik konulara eğildiğini görüyorum. Belki Arguvan türküleri dışında yerel kültür ilgini çekmiyor olabilir. Olsun; yine de ilçemizden söz etmek istedim.
Hep ben yazıyorum, belki bunca yazdıklarımı anımsar, umarım bir gün sen de bana yazarsın. Belki de kendi dünyandan, çevrenden söz edersin. Özellikle şiir üzerine görüşlerini yazarsın, bazı konulara yanıt verirsin.
Selam ve sevgilerimi iletiyor, sağlıklı ve güzel günler diliyorum.

25 Temmuz 2017 Salı

“Kaydetmezseniz kaybedersiniz” diye boşuna mı çırpınıyorum?

“Kaydetmezseniz kaybedersiniz” diye boşuna mı çırpınıyorum?



Merhaba,
Nisan aynının üçüncü haftasında Ankara Dikmen Caddesindeki yaralı dişbudak ağacından söz etmiştim ve aradan üç ay geçmiş. Geçenlerde bazı ağaçları perişan durumda görünce o yaralı dişbudak ağacını anımsadım yine...
Bu adam hiç mi aşktan, sevdadan, gülden, bülbülden söz etmez mi mektuplarında diyeceksin belki. Elbette ki zaman zaman onlardan da söz etmek gerekecek. Birilerinin durmadan ağaç katliamı yaptığı, orman yangınlarının yaygınlaştığı, doğanın sürekli betonlaştırıldığı bugünlerde de bu durumlardan söz edeyim şimdilik...
Geçenlerde Hekimhan'a gittim. Aslında geleli beş hafta oldu, sanırım dört beş kez gittim. Her gidişimde ve dönüşümde Hekimhan'a girmeden Hekimhan-Arguvan yol ayrımında bulunan şantiyenin tozunu yediğimiz gibi, bindiğimiz taşıtlar da o toz ve çamurdan nasibini alıyor.
Su dökerek tozu önlemeye çalışıyorlar. Ancak geçen taşıtlar suyla birlikte çamuru Malatya-Sivas yoluna taşıyorlar ve kuruyunca da alabildiğine toz oluşuyor.
Yol çevresinde bulunan kayısılar, meşeler, otlar, biraz ileride bulunan Hasan Lüleci Ormanındaki çamlar ve diğer ağaçlar yoldan kalkan kalsiyumlu toz ile bembeyaz olmuş durumdalar. Acaba özümseme yapabiliyorlar mı merak ediyorum...
İki hafta kadar önce buradan geçerken bindiğimiz taşıtım camları çamur ile sıvandı ve dışarısı görünmez oldu. Silecekler biraz sildi ve bir benzinlikte köpüklü su ile yıkandı araba. Ancak o kireçli çamur öyle yapışmıştı ki bazı bölümlerde hala kalmıştı.
Ülkemizde acaba böyle kaç yerde yolun üzerinde şantiye vardır?
Karayolları Elazığ'da ve oraya gitmek öğrenmek gerek galiba?
Bunlar yetmedi, bir de Hekimhan’ın içinin toz toprak sorunu var.
Büyükşehir Belediyesi, kış ayları bile bahar gibi geçerken değil milletin memleketine geleceği zamanda su teşkilatını onarmaya başlamış. Üstelik havaların ısındığı, tozun çatı yaptığı zamanlarda…
Hekimhan’a girerken araba toz toprak içinde kıvrılarak ilerlemeye başladığında sesler yükselmeye başladı içeriden. “Yahu bu belediye hiç iş yapmıyor”, “Her yer toz toprak”, “Ne zaman düzelecek?” ve daha pek çok yakınma…
Geçenlerde dut sallarken belimde bir burkulma olmuş sanırım, ağrı vardı. Deve sidiği içerek sağaltım yerine doktora gitmeyi yeğlediğimden Hekimhan Devlet Hastanesine doğru yürürken Taşhan ve Köprülü Mehmet Paşa Camiinin, Ceğgülü’nün kalaycı dükkanının, Şark Otelinin, Çınarlı Kahvenin ve biraz ileride eski bir evin fotoğrafını çektim. Eeee… “Kaydetmezseniz kaybedersiniz” diye boşuna mı çırpınıyorum.
Çınarlı Kahve ve Şark Oteli, bana göre Hekimhan’ın altmışlı yıllarından kalan birer anı merkezleri. Şark Oteli ile ilgili anım çok değil ama Çınarlı Kahve ile ilgili oldukça anım var ve Hekimhanlılardan da derlemeler yaptım. Elbette ki yerleşim birimlerinin birer tarihsel belleği olan topluma açık yerler unutulmuyor…
Derviş Özhan hemşerim 2016 yılında çektiğim Çınarlı Kahvenin fotoğrafını görünce duygularını şöyle dile getirmiş?

“İyi günler...
Tesadüfen denk geldim sayfanıza, bu fotoğrafa bakınca insanın içi yanmıyor değil...
Cuma günleri köylü pazarı kurulurdu, tıklım tıklım olurdu. Her yer sanki buluşma mekanıydı. çevrenin bir dostla, arkadaşlarla hemşerilerle...
Rahmetli dedem Kel Dervişi unutmamak lazım, çok babayiğit bir adamdı, çok kişi ekmek yemiştir elinden, sayılır sevilirdi. Sene 2016 hala tanıştığım uzaklarda da olsa bilir tanırlar eskiler Pattik vardı, kışın soğukta babam tıraş eder eve getirirlerdi, tırnaklarını keser kahvede çay verirdi, yemek yedirirdi, hiç unutmam. Babam Muhammet (Mehmet) Özhan, amcam Abdullah Hilmi Özhan, çaycı Pala Dayı Allah rahmet eylesin kara gözleriyle bakardı, daha hatırlamaya çalıştığım aklıma gelmeyenler vs...” (23 Aralık 2016)

Eski otogarın yerine yapılan yapıyı orada elinde süt kabı ile gelen bir kadına sordum, belediye Pazar yeri olarak düzenliyormuş. Kadın, “Şu yandakiler yer vermediler, biraz küçük oldu” dedi. Gerçekten de sağ ve sol yanda boşluklar vardı. Küçük de olsa Taşhan’ın yanındaki pazardan kurtulup, üzeri kapalı ve sağlıklı bir yer olması elbette ki daha güzel olacaktır.

Tam bu sırada kime rastladım biliyor musun? Melekbaba’da Ş. Yüzbaşı Hakkı Akyüz İlköğretim Okulunda dört yıl birlikte görev yaptığımız Filiz Adıgüzel’e… O da diş sorunu içim hastaneye gidiyormuş, birlikte gittik. İkimiz de muayene olduktan sonra arabası ile merkeze geldik. Kendisine “Televizyonu Nasıl Buldum” adlı ilk kitabımı armağan ettim. Filiz bu arada bana oldukça ilginç ve acıklı bazı öyküler anlattı. Bunları ileride yazmayı düşünüyormuş, konuyu görüşeceğiz. Kitap konusunda kendisine yardımcı olacağım.

Belki bu yıl da gelmeyeceksin Hekimhan’a. İşte sana birkaç konuyu anlattım. Eğer bir gün gelirsen, yakın zamanda ortaya çıkan kiliseyi, Girmana Kanyonu’nu, Dipsiz Göl’ü, köyümüzün mağaralarını ve Ballıkaya’yı birlikte gezelim.
Selam ve sevgilerimi iletiyor sağlıklı günler diliyorum.

17 Haziran 2017 Cumartesi

Sesine Dokunamamak, Nefesini Görememek

Sesine Dokunamamak, Nefesini Görememek 
"Kızılay, Ankara'nın ortası; Güven Park, Kızılay'ın ortası..."
Merhaba…

Geçen hafta hala yüzyüze tanımadığım, ancak telefonla konuşup yazıştığım bir üniversite öğrencisinin halını hatırını sorduğumda, “İyi gibiyim” diye yanıtı yazdı.
İyi gibi olmak…
Demek ki “iyi” ile “gibi” yanyana gelince böyle oluyormuş. Belki de Malatya’da olmak, köyde olmaya göre daha iyiydi...
Fotoğrafında, yanında kendisinden yaşça büyük olan sarışın bir bayan vardı. “Sen esmersin, sarışın kim acaba?” dediğimde, tanıdığı biri olduğunu belirterek yanıt verdi. Fotoğrafın altına Cemal Süreya'dan dizeler yazmıştı.



“Sevgilim ben şimdi büyük bir kentte seni düşünmekteyim. Elimde uçuk mavi bir kalem…”

Ayrancı Pazarının hemen yanındaki Cemal Süreya Parkı'nın önünden hemen her gün taşıtla geçerim, parktaki anıtı anımsadım.
Eli cebinde başında fötr şapkası,
Her geçene selam veriyor sanki.
Başı öne eğik duruyor.
Bir ayağı geride…
Adımları dermansız gibi…
Aşk acıları bellini bükmüş sanki…
“Güzel bir şiir” dedi esmer üniversiteli. Oysa bu cümleler o an doğaçlama olarak içimden gelen dizerdi. “Şiir oldu değil mi?” dedim, “Oldu” dedi. “Ama ben mektup yazacağım” dedim.
“Sanki benim fotoğrafımı yorumlamışsınız”dediğinde de; “Oysa ben Cemal sıraya parkını betimlemeye çalışmıştım, parka gidip anıtı inceleyeceğim fotoğrafını da çekeceğim bakalım levhalarda hangi şiirler var” diyerek açıklamada bulundum.
Kendi fotoğrafın altındaki Cemal Süreya şiirinden sonra dizler devam ediyordu:


“Bensiz mutluysan hep öyle kal.
Ne kadar kızarsam kızayım bir gülüşüne yenik düştüğüm tek kişi sensin.”


Bu dizelerde çok acı olduğunu yazdığımda, “İçimden öyle geldi, acı falan yok” dedi. Demek ki alttakini kendisi yazmış…
Cemal Süreya Anıtının fotoğraflarına baktım, başında fötr şapkası yoktu. “Demek ki yakından incelemem gerekiyor…” Bu düşüncemi kendisine bildirilince, “İncelemezseniz şaşarım zaten” dedi.
“Bakalım levhalarda ne yazıyormuş senin alıntı yaptığında orada var mıdır acaba?”
“Bence yoktur, daha kaliteli şiirleri vardır orada.”
Şiiri yeniden okudum; 


“Sevgilim ben şimdi büyük bir kentte seni düşünmekteyim...”

Düşündüm düşündüm... Hani ben de büyük bir kentteyim ya; hem de Cemal Süreya'nın anıtına yakın bir yerde; Dikmen’de…
Şiirden birkaç dize daha okudum.


“Masada tabaklar neşesiz
Koridor ıssız
Banyoda havlular yalnız
Mutfak dersen derbeder ve pis
Çiti orda duruyor, ekmek kutusu boş
Vantilatör soluksuz
Halılar tozlu
Giysilerim gardropta ve şurda burda…”


Sordum, üniversiteler esmere, “Bu ne biliyor musun?” Şiir” dedi. “Yalnızlık” dedim ve de içimden de “yalnızlık…”
“Biliyorum... 12 mektubu var bu kitapta, yalnızlığı anlatıyor hep…”
Okumayı sürdürdüm.


“Her şey seni bekliyor.
İçeri girmeni.
Senin ellerinden beğenmesini
Gözünün dokunmasını...”


Aklıma gelen kendi şiirlerimden biri oldu. “Burada bir şey varsa ben bir zamanlar yakalamışım” deyince merakla, “Ne var?”
‘Gözünün dokunması…’
Ben de bir şiirimde ‘sesine dokunmak’tan söz etmiştim…


“Sesine dokunamasam da
Nefesini göremesem de.
Özlemem bahara kalsın.”


“Hııı! Evet, güzelmiş” diyerek beğenisini dile getirdi. Şiirin tamamına gösterdim okudu.
“Bir de tersinden oku” dedim, “Okudum” dedi. Sitede şiirin üstünde, “Bir de tersinden okuyalım” yazısı vardı, demek ki hemen okumuştu.
“Ben mektuplarımı hiç kimseyle paylaşmadım” dedi.
“Çok şey söylenmeyen da gizlidir” dediğimde, “Söyleniyor işte ne kaldı sırlardan geriye” dedi. “Söylenmeyenler de var” yanıtıma, “Söylenenlerden söylenmeyenleri tahmin edebilirler ama…” diyerek itiraz edercesine yanıt verdi.
Eski bir mektubumdan örnek yazdım; “Yorgun yaralısın, kırgınsın, iyileşmeye çalışıyorsun, iyileşeceksin elbette...”
“Geri çekilmiş, beklemede, yelkenleri indirmiş, daha bir ağır düşünüyorsun. Kolay şeyler yaşamadın, çok savaştın. Yorgunsun, yaralısın, kırgınsın, iyileşmeye çalışıyorsun. İyileşeceksin elbette…” Bundan sonra ne tahmin edebilir sence? Kendisine söyleyemediğim ne olabilir?”
Şöyle devam ediyor: “Oysa çok şey söylenmeyende gizlidir. Ya da her şeyi söylememek konusu… Yeri gelince pek çok şey söylenir yine de... Sevdaya, yarına, umuda, yaşama dair…” Gördün mü; ne kadar şey söyledim sana. Bir gün de başka şeyler söylerim…
“Yorumlamayacağım, yaşanmış diye ‘bir başkası da aynısını yaşamamış’ diyemeyiz.”
“Ben onu yorumlarsam kendimi anlatmış olurum diyorsun. Demek ki senin de söyleyemediklerin var. Elbette olacak ama her şey söylenmez. Söylendiğinde özelliği yiter, gizi (sırrı) yiter…
Konuyu hasrete getirdim…
“Geçenlerde ne yazdım biliyor musun?”


‘Herkesi aradım,
Seni aramadım.
Nedeni mi?
Hasretim bitmesin diye…”


Bir süre sonra iki dizeyi yineledim.


“Sesine dokunamasam da
Nefesini göremesem de”


“Sevmiyorum onu görmek istemiyorum!” diye sitem etti.
Kolay mı sesine dokunamamak, nefesine görememek?

21 Nisan 2017 Cuma

Yaralı Dişbudak Ağacı

Yaralı Dişbudak Ağacı











Merhaba,


Geldiğin için biliyorsun, Dikmen’de Hürriyet Caddesinde oturuyoruz...
2009 yılı yazında, köyde iken, Ankara'da bulunan çocuklarımın oturduğu Savaş Sokak'taki ev satıldığından dolayı Dikmen semtinde, Hürriyet Caddesinde ev tutmuşlardı. Ankara’ya gidip evi yerleştirdikten sonra köye geri döndük, Kasım ayında Ankara'ya gene geldik.
Hürriyet Caddesinde evden çıkıp sola dönünce, iki bina aradan sonra yine sola dönülüyor ve Veda Sokağının yokuşunun başından Dikmen Caddesi'ne geçiliyor. Sokağın çıkışının karşısında otobüs durağı var. Hemen her gün buradan Kızılay'a gitmek için otobüs ya da minibüse binerim.
Durakta bulunan dişbudak ağacı her oraya vardığımda o yaralı haliyle dikkatimi çeker. Topraktan itibaren, gövdesinde oluşan yarılma biraz kaynaşmış olsa da bir metre kadar yukarıda köpekbalığının açık ağzına andıran haliyle her gün gördükçe içimden acıyorum.
Bilmem bu ağacı sana göstermiş miydim?
Birileri bu yararlı bölümünü saydam bant ile sarıp sarmalamış, üzeri de kumaş parçalarıyla bağlamıştı. Bir süre sonra yalnız, saydam bandın kaldığını, yaklaşık bir yıla yakın bir süre önce de saydam bandın da olmadığını gördüm.
Sırasındaki ağaçların gövde kalınlıkları neredeyse bir metreye yaklaşmışken, bu yaralı dişbudak ağacının gövde kalınlığı yarım metre ancak vardı. Demek ki yarası onun gelişmesine engel olmuştu.
Durağa her gelişimde bu yararlı ağacı bir doktor gibi inceler, “Nasıl olsa da bu ağaç kurutulmasa?” diye kendime soru sorar, çözüm yolları düşünürüm.
Gördüğüm kadarı ile sekiz yıldan buyana yararlı haliyle, ağzı açık köpekbalığını andıran yapısıyla yaşamanı sürdüren dişbudak ağacı yeşilliğini halen koruyor ve dolayısıyla havayı temizleme, oksijen salgılama işlevini yerine getiriyor.
Ağacın gövdesinin üçüncü metresinde bulunan kurumuş dalları budansa, yarılmış gövdesinin boşluğu dolgu yapılarak sarılsa herhalde şiddetli fırtınalarda devrilme tehlikesinden korunmuş olur,  dolayısıyla da işlevini sürdürür.
Bir ağacı korumanın dünyamıza neler kazandırdığını, yaralı dişbudak ağacının da daha bir zaman yaşamasıyla neler kazandıracağını düşünün artık…
Sürekli betonlaştırılan, kirletilen, yeşili yok edilen ülkemizde ve dünyamızda bir ağacın bile çok önem taşıdığını ve yaşamsal rol oynadığını unutmayalım.
Yarım yüzyıl öncesinde ebem, köyümüzün şimdiki yerinden söz eder, “Yağrum, korkardık buraya gelmeye, ayı mı olur gurt mu olur diye” derdi. Meğerse tamamen evlerle kaplı alan o zamanlar ormanlıkmış...
Yakın zamanda Malatya’ya gittin mi bilemiyorum. Bir zamanlar Kernek Parkı yemyeşildi, kocaman ağaçlar ve güzel bir havuzu vardı, şimdi beton yığını oldu. Kernek Kanalını da öyle yaptılar herhalde? Yeni Caminin önündeki yemyeşil parkı da betona çevirdiler. Bakalım sonu nereye varacak?
Neyse, Yeşil Malatya kalmadı sanırım, seni bunlarla üzmek istemiyorum.
Yaralı dişbudak ağcının birçok kez fotoğrafını çektim, bunlardan birini de paylaşayım.

“Bir ağaç gibi tek ve hür
Bir orman gibi kardeşçesine”

Sevgilerimi iletiyor, yaralı dişbudak ağacı gibi yaralılığın ve yalnızlığın acısını yaşamamanı diliyorum.

23 Mart 2017 Perşembe

Uzak Diyarların Prensesi

Uzak Diyarların Prensesi
Merhaba,

Yıl 1969 ya da 1970 olmalı. Yani ilk gençlik yıllarım... Yaşım on altı mı, on yedi mi? Bir gece rüyamda Uzak Doğulu bir kız gördüm.
Boyu benden daha kısa, siyah düz saçlı, gözleri siyah ve az çekik, saf ve temiz bakışlı, sade giyimli bir kız...
Bir süre bakıştık, sonra yavaşça yürüyerek yanıma geldi, başını göğsüme yasladı, durdu bir süre... Uyandığımda yapayalnızdım...
"Acaba benim için seçilmiş gelecekteki eşim miydi? Ya da gelecekte böyle bir kız ile mi evleneceğim" diye düşündüm. Belki de bu rüya yalnızca bir yanılsama idi...
Bir zaman usundan gitmedi bu hafiften çekik gözlü, esmer, suskun kız. Zaman zaman anımsadım mahzun bakışını...
Neredeyse aradan yarım yüzyıla yakın bir zaman geçti ve 3 Aralık 2014 günü yine Uzak doğulu bir kız ile tanıştım. Ancak bu kez rüya değil, internet denilen teknolojinin aracılığı ile...
Davranışlarını izlemesem de fotoğraflarını gördüm. Koyu kahverengi saçlı, derin kahverengi gözlü, kırılgan ve düzgün yüzlü, "melek yüzlü" dedim kendi kendime...
Çok fotoğrafını gördüm, bazılarını düzenledim. Kısa öyküleri ve şiiri seviyormuş, kendisine şiir yazdım, hatta bir de şiir sitesi açtım.
Benim kızımın yaşında kendisi. On iki yaşında kızı varmış, Amerika'da babası ile birlikte imiş, onu çok özlüyormuş. Yalnızmış ve akrabalarında kalıyormuş, yalnızlık çekiyormuş...
Bizim köyün fotoğraflarını görünce ilgi duydu, eğer Türkiye'ye gelirse görmek istediğini belirtti.
Adını Tin olarak yazmıştı, Christina imiş, ben Tina da diyorum.
Tina, yarım yüzyıla yakın süre önce rüyamda gördüğüm on altı yaşındaki kız değildi ama kırkına merdiven dayamasına karşın bana göre hala on altısındaydı. Yüzü o kadar saf ve temiz görünüyordu. Bu kadar genç ve güzel olmasının sırrı neydi acaba? Her gün yatmadan önce banyo yaptığını söylüyordu, acaba ondan mıydı?
Christina, Tina, Tin...
Uzak diyarların bebek yüzlü prensesi...
Uzat ellerini uzat, mutluluğa uzat!

Mutlu ol...

31 Aralık 2014, Ankara

17 Mart 2017 Cuma

“Geçilmez” Denilen Çanakkale'yi Simgeleyen Andacın

“Geçilmez” Denilen Çanakkale'yi Simgeleyen Andacın


Merhaba,

Tekdüzelik insanı usandırır, mutlaka değişiklik yapmak gerekir. İşte bu değişikliklerin yanında zaman zaman da yaşamımızda duraksamaların olması kaçınılmazdır. Sana yazmakta gecikmemin nedeni ise duraksamadan değil, oldukça yoğun çalışmamdan kaynaklanıyor. Her ne kadar yılın yarısını Ankara’da, diğer yarısını köyüm Ballıkaya’da geçirsem de dünyaya daha çok Malatya penceresinden baktığımı, bazen ise köyüme odaklandığımı biliyorsun.
Aynı anda 4-5 kitap çalışmasını birlikte sürdürmek, yirminin üzerinde site ile ilgilenmek, yedi dernek üyeliği, günlük tutmak, öğrencilere ve araştırmacılara yardımcı olmak ve daha pek çok uğraşı yanında günlük yaşamın her alanında bulunmak gibi bir konumda olarak geç yazdığım için bağışlayacağını biliyorum.

8 Mart 17 günü, Dünya Emekçi Kadınlar Günü nedeniyle Malatya Sivil Toplum Örgütleri Birliği’nde (MASTÖB) ve Çankaya Belediyesi Galeri Kara’da etkinliklere katıldım.
MASTÖB'de saat 13.00''te başlayan toplantıda, İlayda Aydoğdu'ya bağlamam ile eşlik ettim. Saat 18.30’da Sanatçı Kadınlar Derneği'nin Galeri Kara’da “Kırık Siyah” adlı resim sergisinin açılışına katıldım. Akşam evde iki etkinliğin, haberini birlikte hazırladım ve Malatya Söz Gazetesi'nde yayınlanmak üzere gönderdim.
Bu yazma işlerini yaparken, çalışma masamda karşımda duran andacına gözüm takıldı. Hani bir Nisan günü, “Beni anımsarsınız gördükçe”  diyerek bir andaç bırakmıştın ya; sırtında neredeyse kendisi kadar top mermisi taşıyan, beline hafifçe eğmiş, öne doğru yürür gibi duran, yedi düveli dize getiren Mehmetçiği ve hemen yanında şu “geçirmez” denilen Çanakkale'yi simgeleyen kalemlik; her gün seni anımsatma görevini yerine getiriyor sanki. Çok sayıda kalemi barındıran haznesinin üzerinde de iki dize var:

“Dur yolcu, bir bilmeden gelip bastığın
Bu toprak bir devrin battığı yerdir”

Necmettin Halil Onan’ın dizelerinde dile getirilen ve geçilmez olan boğazda nice canlar yok olmuş, nice kanlar dökülmüş…
1989 yılı Şubatında Ballıkaya’da halk kültürü derlemeleri yaparken ebem (babaannem), büyük dedemin (babasının) ve iki kardeşinin seferberliğe gidişini ve üçünün de dönmediğini anlatmıştı. Babasının yola çıkışını anlatırken, “Ayağında çarığı yoktu giyecek, komşudan ödünç olarak savaşa gitti, su yolağına kadar ardından ağladım” demiş ve gözlerinden yaşlar boşanmıştı. Ben ise, erkekliğe bok sürmemek için ancak içten ağlayabilmiştim.
Büyük dedem gibi gidip de dönmeyenlerin yüzü suyu hürmetine yaşadığımız ülkemizde vatan millet Sakarya edebiyatlarını okudukça ebemin anlatımını ve de Orhan Veli’yi anımsarım hep…

“Neler yapmadık şu vatan için!
Kimimiz öldük;
Kimimiz nutuk söyledik.”

Sonra birileri beni vatan haini ilan edebilir diye de düşünüyorum. O zaman da Nazım Hikmet aklıma geliyor…

“Vatan, kurtulmamaksa kokmuş karanlığımızdan,
Ben vatan hainiyim. “

Her yirmi dört saatimin hemen yarısı süresinde karşımda o heybetli duruşu ile andacını hem de kullandığım teknoloji harikasına (bilgisayar)  anahtarı yaptığım adınla, duyumsamasan da hep belleğimdesin. Kendimce mühürledim içime adını...
Arada bir “merhaba” deyişin belki de fark yaratıyor. Anımsamamı yineliyor belki de…
Bazen yazdıklarını okudukça düşünüyorum. İçindeki fırtına dinerse, ne kadar büyük bir boşluk olur acaba? Kâhin değilim ama yaşamının daha güzel devam edeceği gerçeğini biliyorum.

İçten sevgilerimle…