Süleyman Özerol etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Süleyman Özerol etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Mayıs 2021 Cumartesi

Yaşam, Yalnızlık ve Yazmak


Yaşam, Yalnızlık ve Yazmak

Merhaba,
Her insanın hayalleri vardır.
Her gencin demiyorum, her insanın...
Her insanın yaşamı vardır ve yaşamı da zorluklarla doludur.
Kim yaşam için kolay diyorsa, yaşamıyor demektir.
Eğer yaşam kolay olsaydı taş, toprak, çöp ya da diğer bir eşya gibi bir şey olurdu insan varlığı.
Canlıların yaşamı her zaman zorluklarla doludur ama az ama çok…
Herkes robot değil, farklıdır…
Yarım yüzyıl önce, “Niye kullar farklı farklı değil mi?” diye bir şiir yazmıştım.
Elbette ki insan farklıdır.
Şimdi de aynısını düşünüyorum.
Her ne kadar ‘benim gibi’, ‘şunun gibi’ desek de herkesin kendine özgü bir yaşamı vardır.
“Herkes kendi payına yaşar” derken de bundan söz etmiştim yıllar önce...
Yaşamda kararlı olmak önemli…
Ne yaparsan, kararlı ol.
Acele etmek ya da yavaş hareket etmekle kararlılığı karıştırma.
Kararlı olursan rahat hareket edersin, kendinden emin olursun.
Uykunu al ama çok da geç kalkma.
Vücut metabolizması bazen öğlene doğru ancak kendini bulurmuş.
Yine de dinlenmek, erken yatmak ve normal uykuyu almak iyidir.
İnsanın yorulması bedensel hareket ile olur.
Bahçe ev işleri, yürüyüş, spor ve benzeri…
Ben okuyup yazarken yorulmuyorum, tam tersine dinleniyorum, boş kalınca yoruluyorum.
İlkokulda iken masa sandalyemiz yoktu, yere çulun üstüne oturuyorduk.
Ağız üzeri yatıp ders çalışıyorduk.
Bir arkadaşım vardı, böyle ders çalışırken çabucak uyurdu.
Bazen önümüzdeki çıranın isi yüzümüzü, saçımızı yalardı.
Çıraya ‘idare’ de ederlerdi, huni biçiminde ve tenekeden yapılma, fitilli bir aydınlatma aracıydı.
Gaz lambası bile lüks bir araçtı.
Pompalı lüks, ancak birkaç evde vardı.
“Yalnızlık anlamayan kalabalıklardan iyidir” diyorsun.
Elbette öyle, insanın anlayanı olmalı değil mi?
Ne yaparsan yap yaşam senin yalnızlığında yalnız olmaman da sana bağlı.
Yalnızlıktan sıkılıyor muyum?
Bazen yalnızlık iyidir, kendinle baş başa olursun.
Yine de insanın insana gereksinimi vardır.
Yalnızlık konu olunca hep Özdemir Asaf ve Talat Sait Halman’ı anımsarım.
Özdemir Asaf, “Yalnızlık paylaşılmaz/Paylaşılsa yalnızlık olmaz” der.
Talat Sait Halman da, “Kişi var olamaz tekte” birliği ile seslenir.
Sanat ile ilgilenmek yalnızlık için bir ilaçtır.
Sanat yapıtlarını da insanların beğenisine sunmak gerekir.
İnsan, hangi sanat dalında becerisi varsa ona yönelmeli.
Şiir ve müziğin yeri benim için bir başka.
Hele de şiir…
Kocaman dünyalar dolusu duygu ve düşünceleri birkaç dize ile dile getirmek becerisi…
Müzik ise seslendirmek…
Doksanlı yıllarda Malatya’daki ilk radyo ve televizyon programcılarındandım.
1993-1997 yılları arasında radyo, 1995-2001 yılları arasında televizyon programları yaptım.
Gönüllü yaptım hep, paradan söz etmedim.
Radyo ve televizyonlar ancak reklam ile varlıklarını sürdüren, paranın mutlaka gerekli olduğu işletmelerdir.
Para gerekli elbette, ama esiri olmak kötü…
Her neyse, aldırma; sana bir gün batımında geleceğim.
Başını omzuma yasla, kulağıma fısılda kaygılarını.
Derman olamasam da dinlerim acılarını.
İnsan, alıştığına özlemini dile getirir.
Özlem yalnızca sevgili, anne, baba, evlat kardeşe değil…
Bazen bizim kayaları, kenger sakızı kaynattığımız kırları özlüyorum.
Yayla günlerimizi, bağ damında damda yattığımızı…
Ekine orak salladığımızı, burma büktüğümüzü, döven sürüp harman savurduğumuzu…
Bazen karlı kış günlerinde çorapsız gezdiğimizi…
Okulda defteri silip yeniden yazdığımızı…
Kısa süreli de olsa çarık giydiğimi ve daha pek çok şeyi özlüyorum.
Hani bir zamanlar bir Arguvan türküsüne gönderme yaparak bir şiir yazmıştım.
Şiirde bir dize vardı; “Derdi güzel ağlama”
“Derdin de güzelimi olur gülüm/gözlerime diken batar ağlayamam”
Evet, o dertli yılları bile özler olduk.
“Sen bazen susmak gerekir” dersen de ben kâğıtla söyleşmeyi seçtim.
“Ben gidersem ne yaparsın?” diye sormuştun ya
Ne mi yaparım?
Yokluğuna anlatırım konuları.
“Sen varken” diye başlarım belki de…
Ya da “Hani yazmıştım ya” derim ilk cümlede…
Yazarım, yazarım, yazarım…
Ve seni unutmayacağım, sana hep yazacağım...

1 Aralık 2017 Cuma

“Kültür Yozlaşıyor, Kaynak Kişiler de Tükeniyor.”
























“Kültür Yozlaşıyor, Kaynak Kişiler de Tükeniyor.”

Merhaba,
Bugün 17 Kasım 2017, Perşembe...
Köyden döneli üçüncü haftaya girdik. Köyün temiz havası, güzel doğası orada kaldı. Ankara'nı kirli ve soğuk havası sanki bize "hoş geldin" dedi...
Öğleden sonra Kızılay’da Hekimhanlılar Derneğine uğradım.
Murat Ceyhan, çalıştığı gazetede bir yazımı yayınlamıştı. Bana göndermiş köye ama elime geçmedi. Kendisini aradım görüşmek için, ulaşamadım. Güven Park’tan Yüksel Caddesine geçerken Av. Ömer Erdoğan’ı aradım. Öbür gün saat 14.00’de Halk Ozanları Kültür Derneğinde cumartesi etkinlikleri olacağını haber verdim.
Yüksel Caddesine geçtim. Çay içerken ressam hemşerimiz Cezmi Orhan’ı aradım, bugün atölyesinde imiş, başka bir gün görüşeceğiz.
Murtaza Çağır’a uğradım. Murtaza bağlama yapımcısı olup mesleği ile ilgili işyeri var. Orada Hikmet Karadeniz ile Ballıkaya'ya birlikte yanıma kadar gelen Ahmet Mercan ile karşılaştım. Ahmet bağlama, Hikmet keman çalar, birlikte etkinlikleri de olur. Bu akşam da bir yerde konserleri varmış. Oradan ayrılırken Türkü dergisi gözüme çarptı. Dönüp satın aldım.
Yüksel Caddesine döndüm, Konur Sokağın başına yaklaşırken “Dilek Işık yeni yer açmış, oraya bir uğrayayım” dedim kendi kendime. Olgunlar’da Sentez Kültür’ün yeni yerine uğradım. Yemek yerken aynı zamanda Behzat Çiğiltepe ve Dilek Işık’ın şarkılarını da dinledim. Bir yandan da Türkü Life dergisini karıştırdım.
Ankara’da yayınlanan Türkü Life dergisinin 9. Sayısı Kasım ayında çıkmış. Türküden çok türkü söyleyenlere yer verilmiş. Musa Eroğlu, Fuzuli, Aşık Daimi, Nilüfer Sarıtaş, Necip’in Ağıdı, Gönül Yarası (film), Kaval, Cem Tarım, Çağdaş Aslan, Caner Gülsüm, Hacı Taşan, Hasan Bakan, Göktürk Savrazlar, İhsan Öztürk, Ali Kızıltuğ’dan Herkese Selam, Gürkan Çapkan Son Durum, Bizim Türküler ve Burak Sönmez, Sinsin Oyunu, Bir Avcı Avladı Beni, Destek Olmayan Köstek Olmasın, Özgürlüğün Sesi Özgür Radyo, Yeni Albüm(ler), Magusa Limanı/Ali’nin Ağıdı (Notalı)…
Çok değil, birkaç not aldım...
Cem Tarım, “Kara cem düzeni” diye kendine özgü bir düzenden söz etmiş. Aynı sanatçı, “Her sanatçı kendi bölgesini iyi incelemelidir” demiş. Bu bana Celal Yalvaç’ın otuz yıl önceki sözünü ve ozan Muharrem Yazıcıoğlu’nun halk ozanı tanımlamasını anımsattı.
Malatya’nın kıdemli gazetecisi Celal Yalvaç, 1988 yılı yazında Yenilenen Köy Ballıkaya çalışmamı incelediğinde ve görüş gazetesinde yayınlandığında, “Senin gibi her köyden bir kişi kendi köyünü derleyip araştırsa, ülkemizin tüm köylerinin kültürel haritası çıkar” demişti.
Halk ozanı Muharrem Yazıcıoğlu’na göre ise; “Ozan, “Şiir yazmasıyla Şair, söylemesi ile Ses Ustası-Bestekâr, yöresinin türkülerini söylemesi ile ‘Mahalli Sanatçı’dır. ‘Halkın öncüsü, gözü, kulağı, sesi olarak halkın yanında yer alır.’Bu yönüyle de Aydın’dır” demişti.
Genç sanatçı Cem Tarım da bunları dile getirmiş ve aslında çok önemli bir konu. Önceki gün telefonda konuştuğumuz Dr. Taner Tosun’un dediği gibi, “Kültür yozlaşıyor, kaynak kişiler de tükeniyor.”
Dergide yer verilen Gönül Yarası filmi ile ilgili yazıdan Malatya’nın ünlü sanatçısı Fahri Kayahan’dan ve Etek Sarı türküsünden söz edilmiş, türkünün üç dörtlüğü de yer almış. Elbette ki türkünün ilk okuyanından, Meltem Cumbul’un sanatçı Ceylan’a öykünerek “Sarısan, karısan, yarısan” biçiminde okuyuşundan, bu ağzın Hekimhan’da da Arguvan’da da olmayışından söz edilmemiş.
Elbette ki sanatçı türkünün yalnızca sözlerini öğrenip okumakla yetinmemeli; yöreyi, türkünün öyküsünü, okuyanları, yansımalarını, yankılarını da öğrenmelidir. Papağan gibi söyleneni yinelemek herhalde sanatçılık değildir.
Bu kadar sözcük yığınını san yazmakla ne yapmak istediğimi düşünüyorsun elbette. Elbette ki düşüneceksin… Türkülerimizi içli ve duygulu biçimde yorumladığını ve türkülere önem verdiğini bildiğim için yazdım bütün bunları. Diğer yandan birileri de kalkıp kendi duygu ve düşüncelerini dile getirebilirler diye de düşünüyorum.
Bir gün, “Dereye aşağı mil ince ince” akarken o güzel sesini duymakla mutlu olacağımı belirtiyor, içten sevgilerimi iletiyorum.

3 Ekim 2017 Salı

Bir Güne Sığamayan Ben...



Bir Güne Sığamayan Ben...

Merhaba,

“Gün günü kovalar” derler ya; acaba her gecenin getirdiği sessizlik ve sensizlik de ertesi gününü gecesiyle ilgili olabilir mi?
Olsun ya da olmasın, her gece yüzünü anımsamakla yetinmeyip, fotoğraflarına da bakarak belleğimde tazeliyorum yüzünü. Her gün eve girerken kapıda ve bilgisayarı açtığımda adını andığıma, içten duyumsadığıma göre benim için sessizlik ve sensizlik yalnızca ertesi günün gecesiyle değil, tüm gecelerimle aynı oluyor. Çünkü her gecemi sen dolduruyorsun.
Şöyle bir hesaplama yaparsak; bazı günler erken ya da geç kalkmış olsam da genellikle sekiz, sekiz buçuk arası kalkarım, gece yarıyı geçmeden, diğer günden birkaç saat almadan da yatmam. Senin anlayacağın bir güne sığamıyorum…
Bir güne sığamayan ben, her gün yazmazsam da duramıyorum. Acaba bu alışkanlık mı, yoksa bir tür “hastalık” mı? Hangisi olursa olsun, ben Oktay Akbal’ın, “Yazmak yaşamaktır” sözüne katılıyorum.
Hüseyin Şahin arkadaşımız bir ara bu durum için “kronik” sözcüğünü kullanmıştı. Kronik; olayların günü gününe, tarih sırasına göre yazılmasıyla oluşan tarih anlamında. Diğer yandan “süreğen”, yani sürekli yinelenen anlamında bir kavram olup, eskileri “müzmin” derler. Tıpta da kronik astım, kronik faranjit, kronik sinüzit gibi kullanımları var.
Yazmamak, benim için büyük boşluk yaratıyor yaşamımda. Hani bir zamanlar, “Yaşam, zamanı doldurmak değil mi?” diye sormuştum ya; elbette ki yaşam da yalnızca yazmakla doldurulmuyor. Gezmek, okumak, eğlenmek, yürüyüş yapmak, spor yapmak, söylemek, şarkı söylemek, müzik aleti çalmak, dinlenmek, müzik dinlemek, fotoğraf çekmek, resim yapmak, şiir yazmak ve daha pek çok davranış yaşamı doldurmada var olan davranışlar…
2010 yazında Sultan Kılıç benimle bir söyleşi yapmış ve bunu Tek Kişilik Ordu” başlığı altında Arguvan Yolu dergisinde yayınlamıştık (Sayı 9).
Burada zaten günü ve yaşamı dolduran çalışmalarımdan söz ediliyordu. Dolayısıyla, bu yazıdan hareketle Sultan Kılıç’ın yaşamöykümü yazabileceğini düşündüm ve kendisi ile konuşmak için sözleştik, ancak bir daha da görüşemedik.
Gazi Üniversitesinden Prof. Fatma Ahsen Turan’ın öğrencilerinden Alpaslan Karabağ, yaşamım ve sanatım (şiir) ile ilgili bir tez çalışması yaptı ve Fatma Ahsen Turan ve Ayşe Oğuzhan Börekçi tarafından hazırlanan "Sazın ve Sözün Sultanları/Yaşayan Halk Şairleri-X" adlı kitapta yayınlandı (Gazi Üniversitesi Yay.). Çalışmada, Sultan Kılıç’ın söyleşisinden de yararlanıldı.
Üçüncü bir söyleşi Canan Sevgi Güner tarafından gerçekleştirildi. Bu çalışmada da her iki çalışmadan yararlanıldı. Ancak herhangi bir yerde yayınlanmadı.
Bu üç çalışmayı bir dosya olarak düzenledim. Sanırım yakın zamanda kitap bütünlüğüne kavuşacak…
İşte böyle…
Bir güne sığmayan zamanı ertesi güne taşırken hep sen varsın aklımda. Zaten sana yazarak da biraz olsun içimdekileri döktüğümün farkındayım. Her ne kadar mektuplarıma yanıt yazmasan da pek çok kişinin okuduğunu biliyorum. Pek çok kişinin, “Sanki bana yazılmış”, “Sanki benin söylemek istediklerimi söylemiş gibi değerlendirmeler yaptıklarına da inanıyorum.
Sevgilerimi iletiyor, güzel günlerin eksilmemesini diliyorum.


Ballıkaya, 20 Eylül 2017

17 Haziran 2017 Cumartesi

Sesine Dokunamamak, Nefesini Görememek

Sesine Dokunamamak, Nefesini Görememek 
"Kızılay, Ankara'nın ortası; Güven Park, Kızılay'ın ortası..."
Merhaba…

Geçen hafta hala yüzyüze tanımadığım, ancak telefonla konuşup yazıştığım bir üniversite öğrencisinin halını hatırını sorduğumda, “İyi gibiyim” diye yanıtı yazdı.
İyi gibi olmak…
Demek ki “iyi” ile “gibi” yanyana gelince böyle oluyormuş. Belki de Malatya’da olmak, köyde olmaya göre daha iyiydi...
Fotoğrafında, yanında kendisinden yaşça büyük olan sarışın bir bayan vardı. “Sen esmersin, sarışın kim acaba?” dediğimde, tanıdığı biri olduğunu belirterek yanıt verdi. Fotoğrafın altına Cemal Süreya'dan dizeler yazmıştı.



“Sevgilim ben şimdi büyük bir kentte seni düşünmekteyim. Elimde uçuk mavi bir kalem…”

Ayrancı Pazarının hemen yanındaki Cemal Süreya Parkı'nın önünden hemen her gün taşıtla geçerim, parktaki anıtı anımsadım.
Eli cebinde başında fötr şapkası,
Her geçene selam veriyor sanki.
Başı öne eğik duruyor.
Bir ayağı geride…
Adımları dermansız gibi…
Aşk acıları bellini bükmüş sanki…
“Güzel bir şiir” dedi esmer üniversiteli. Oysa bu cümleler o an doğaçlama olarak içimden gelen dizerdi. “Şiir oldu değil mi?” dedim, “Oldu” dedi. “Ama ben mektup yazacağım” dedim.
“Sanki benim fotoğrafımı yorumlamışsınız”dediğinde de; “Oysa ben Cemal sıraya parkını betimlemeye çalışmıştım, parka gidip anıtı inceleyeceğim fotoğrafını da çekeceğim bakalım levhalarda hangi şiirler var” diyerek açıklamada bulundum.
Kendi fotoğrafın altındaki Cemal Süreya şiirinden sonra dizler devam ediyordu:


“Bensiz mutluysan hep öyle kal.
Ne kadar kızarsam kızayım bir gülüşüne yenik düştüğüm tek kişi sensin.”


Bu dizelerde çok acı olduğunu yazdığımda, “İçimden öyle geldi, acı falan yok” dedi. Demek ki alttakini kendisi yazmış…
Cemal Süreya Anıtının fotoğraflarına baktım, başında fötr şapkası yoktu. “Demek ki yakından incelemem gerekiyor…” Bu düşüncemi kendisine bildirilince, “İncelemezseniz şaşarım zaten” dedi.
“Bakalım levhalarda ne yazıyormuş senin alıntı yaptığında orada var mıdır acaba?”
“Bence yoktur, daha kaliteli şiirleri vardır orada.”
Şiiri yeniden okudum; 


“Sevgilim ben şimdi büyük bir kentte seni düşünmekteyim...”

Düşündüm düşündüm... Hani ben de büyük bir kentteyim ya; hem de Cemal Süreya'nın anıtına yakın bir yerde; Dikmen’de…
Şiirden birkaç dize daha okudum.


“Masada tabaklar neşesiz
Koridor ıssız
Banyoda havlular yalnız
Mutfak dersen derbeder ve pis
Çiti orda duruyor, ekmek kutusu boş
Vantilatör soluksuz
Halılar tozlu
Giysilerim gardropta ve şurda burda…”


Sordum, üniversiteler esmere, “Bu ne biliyor musun?” Şiir” dedi. “Yalnızlık” dedim ve de içimden de “yalnızlık…”
“Biliyorum... 12 mektubu var bu kitapta, yalnızlığı anlatıyor hep…”
Okumayı sürdürdüm.


“Her şey seni bekliyor.
İçeri girmeni.
Senin ellerinden beğenmesini
Gözünün dokunmasını...”


Aklıma gelen kendi şiirlerimden biri oldu. “Burada bir şey varsa ben bir zamanlar yakalamışım” deyince merakla, “Ne var?”
‘Gözünün dokunması…’
Ben de bir şiirimde ‘sesine dokunmak’tan söz etmiştim…


“Sesine dokunamasam da
Nefesini göremesem de.
Özlemem bahara kalsın.”


“Hııı! Evet, güzelmiş” diyerek beğenisini dile getirdi. Şiirin tamamına gösterdim okudu.
“Bir de tersinden oku” dedim, “Okudum” dedi. Sitede şiirin üstünde, “Bir de tersinden okuyalım” yazısı vardı, demek ki hemen okumuştu.
“Ben mektuplarımı hiç kimseyle paylaşmadım” dedi.
“Çok şey söylenmeyen da gizlidir” dediğimde, “Söyleniyor işte ne kaldı sırlardan geriye” dedi. “Söylenmeyenler de var” yanıtıma, “Söylenenlerden söylenmeyenleri tahmin edebilirler ama…” diyerek itiraz edercesine yanıt verdi.
Eski bir mektubumdan örnek yazdım; “Yorgun yaralısın, kırgınsın, iyileşmeye çalışıyorsun, iyileşeceksin elbette...”
“Geri çekilmiş, beklemede, yelkenleri indirmiş, daha bir ağır düşünüyorsun. Kolay şeyler yaşamadın, çok savaştın. Yorgunsun, yaralısın, kırgınsın, iyileşmeye çalışıyorsun. İyileşeceksin elbette…” Bundan sonra ne tahmin edebilir sence? Kendisine söyleyemediğim ne olabilir?”
Şöyle devam ediyor: “Oysa çok şey söylenmeyende gizlidir. Ya da her şeyi söylememek konusu… Yeri gelince pek çok şey söylenir yine de... Sevdaya, yarına, umuda, yaşama dair…” Gördün mü; ne kadar şey söyledim sana. Bir gün de başka şeyler söylerim…
“Yorumlamayacağım, yaşanmış diye ‘bir başkası da aynısını yaşamamış’ diyemeyiz.”
“Ben onu yorumlarsam kendimi anlatmış olurum diyorsun. Demek ki senin de söyleyemediklerin var. Elbette olacak ama her şey söylenmez. Söylendiğinde özelliği yiter, gizi (sırrı) yiter…
Konuyu hasrete getirdim…
“Geçenlerde ne yazdım biliyor musun?”


‘Herkesi aradım,
Seni aramadım.
Nedeni mi?
Hasretim bitmesin diye…”


Bir süre sonra iki dizeyi yineledim.


“Sesine dokunamasam da
Nefesini göremesem de”


“Sevmiyorum onu görmek istemiyorum!” diye sitem etti.
Kolay mı sesine dokunamamak, nefesine görememek?

17 Mart 2017 Cuma

“Geçilmez” Denilen Çanakkale'yi Simgeleyen Andacın

“Geçilmez” Denilen Çanakkale'yi Simgeleyen Andacın


Merhaba,

Tekdüzelik insanı usandırır, mutlaka değişiklik yapmak gerekir. İşte bu değişikliklerin yanında zaman zaman da yaşamımızda duraksamaların olması kaçınılmazdır. Sana yazmakta gecikmemin nedeni ise duraksamadan değil, oldukça yoğun çalışmamdan kaynaklanıyor. Her ne kadar yılın yarısını Ankara’da, diğer yarısını köyüm Ballıkaya’da geçirsem de dünyaya daha çok Malatya penceresinden baktığımı, bazen ise köyüme odaklandığımı biliyorsun.
Aynı anda 4-5 kitap çalışmasını birlikte sürdürmek, yirminin üzerinde site ile ilgilenmek, yedi dernek üyeliği, günlük tutmak, öğrencilere ve araştırmacılara yardımcı olmak ve daha pek çok uğraşı yanında günlük yaşamın her alanında bulunmak gibi bir konumda olarak geç yazdığım için bağışlayacağını biliyorum.

8 Mart 17 günü, Dünya Emekçi Kadınlar Günü nedeniyle Malatya Sivil Toplum Örgütleri Birliği’nde (MASTÖB) ve Çankaya Belediyesi Galeri Kara’da etkinliklere katıldım.
MASTÖB'de saat 13.00''te başlayan toplantıda, İlayda Aydoğdu'ya bağlamam ile eşlik ettim. Saat 18.30’da Sanatçı Kadınlar Derneği'nin Galeri Kara’da “Kırık Siyah” adlı resim sergisinin açılışına katıldım. Akşam evde iki etkinliğin, haberini birlikte hazırladım ve Malatya Söz Gazetesi'nde yayınlanmak üzere gönderdim.
Bu yazma işlerini yaparken, çalışma masamda karşımda duran andacına gözüm takıldı. Hani bir Nisan günü, “Beni anımsarsınız gördükçe”  diyerek bir andaç bırakmıştın ya; sırtında neredeyse kendisi kadar top mermisi taşıyan, beline hafifçe eğmiş, öne doğru yürür gibi duran, yedi düveli dize getiren Mehmetçiği ve hemen yanında şu “geçirmez” denilen Çanakkale'yi simgeleyen kalemlik; her gün seni anımsatma görevini yerine getiriyor sanki. Çok sayıda kalemi barındıran haznesinin üzerinde de iki dize var:

“Dur yolcu, bir bilmeden gelip bastığın
Bu toprak bir devrin battığı yerdir”

Necmettin Halil Onan’ın dizelerinde dile getirilen ve geçilmez olan boğazda nice canlar yok olmuş, nice kanlar dökülmüş…
1989 yılı Şubatında Ballıkaya’da halk kültürü derlemeleri yaparken ebem (babaannem), büyük dedemin (babasının) ve iki kardeşinin seferberliğe gidişini ve üçünün de dönmediğini anlatmıştı. Babasının yola çıkışını anlatırken, “Ayağında çarığı yoktu giyecek, komşudan ödünç olarak savaşa gitti, su yolağına kadar ardından ağladım” demiş ve gözlerinden yaşlar boşanmıştı. Ben ise, erkekliğe bok sürmemek için ancak içten ağlayabilmiştim.
Büyük dedem gibi gidip de dönmeyenlerin yüzü suyu hürmetine yaşadığımız ülkemizde vatan millet Sakarya edebiyatlarını okudukça ebemin anlatımını ve de Orhan Veli’yi anımsarım hep…

“Neler yapmadık şu vatan için!
Kimimiz öldük;
Kimimiz nutuk söyledik.”

Sonra birileri beni vatan haini ilan edebilir diye de düşünüyorum. O zaman da Nazım Hikmet aklıma geliyor…

“Vatan, kurtulmamaksa kokmuş karanlığımızdan,
Ben vatan hainiyim. “

Her yirmi dört saatimin hemen yarısı süresinde karşımda o heybetli duruşu ile andacını hem de kullandığım teknoloji harikasına (bilgisayar)  anahtarı yaptığım adınla, duyumsamasan da hep belleğimdesin. Kendimce mühürledim içime adını...
Arada bir “merhaba” deyişin belki de fark yaratıyor. Anımsamamı yineliyor belki de…
Bazen yazdıklarını okudukça düşünüyorum. İçindeki fırtına dinerse, ne kadar büyük bir boşluk olur acaba? Kâhin değilim ama yaşamının daha güzel devam edeceği gerçeğini biliyorum.

İçten sevgilerimle…



30 Aralık 2016 Cuma

Ozan Sefil Selimi'ye Mektubum

Ozan Sefil Selimi'ye Mektubum


Asıl adı Ahmet Günbulut olup, 26 Ağustos 1933 yılında Sivas Şarkışla ilçesinde doğdu, 30 Aralık 2003 tarihinde aramızdan ayrıldı. 
"Kevser Irmağında saki olan yar", "Kimse Bana yaran olmaz yar olmaz" sözbaşlı şiirleri altmışlı yıllarda Aşık Feyzullah Çınar tarafından plaklara, daha sonra başka türküleri de kasetlere ve albümlere okundu.
"Kul Yanmasın" adlı kitabı yayınlandı. 
Hakkında kitaplar yayınlandı:
*Abdullah Satoğlu-Yar badesi
*İbrahim Aslanoğlu-Yalınkat
*Doğan Kaya-Çobanın Can Pınarı
*Uğur Kaya-Şiirleri ve Türküleriyle Sefil Selimî
* Ahmet Özdemir: Aşık Sefil Selimi İrfan Okulu


1998 yılında Malatya'da tanıştığımız ve hemen her yıl görüştüğümüz Sefil Selimi, aramızdan ayrılalı on üç yıl oldu; saygıyla anıyorum


Dost

Gündemim o kadar yoğun idi ki
Bir türlü oturup yazamadım dost
Ancak fırsat buldum bu sıralarda
Kalemi kâğıdı bulamadım dost

Aldım Yorum’ları tek tek taradım
Selimi haberin buldum aradım
“Kendini aşmalı âşık” anladım
 1
Engeller çok idi aşamadım dost

Altı Ağustosta yolda kalmıştın
Gelip geçenleri seyre dalmıştın
Güneş’te dostlarla birlik olmuştun
O zaman birlikte olamadım dost

İki bin yılında yazdım yazını
İki bin birde de kitaplarını
Öğrensin herkes de notalarını
Ne yazık o zaman salamadım dost

Nuri Dede hanesine gelmiştik
 2
Gerçeklerin sohbetine dalmıştık
Söylemiştin biz kaleme almıştık
Bazı noktaları koyamadım dost

Sevgi bağlarını ekmek istedin
 3

Terini toprağa dökmek istedin
Bir çekirdek bulsan dikmek isterdin
Gülün dikenini yolamadım dost

Kare kare gezdin noktaya vardın
Her yöne bakınıp cemal aradın
Kin ile kibiri yerlere çaldın
Kimseyi dilime dolamadım dost

Allah apaçıkken demedin hani
Muhammet çağırdın ses verdi Ali
Gülüyle birlikte sardın dikeni
Kuru yaprak gibi solamadım dost

Bahçenden gülleri getirdin bize
Muhabbet pınarı hep göze göze
“Kul yanmasın” diye atıldın köze
Bakilerle birlik olamadım dost

Sen yanmasan ben yanmasam olur mu?
Karanlık geceler sabah olur mu?
Dünya insanlara cennet olur mu?
Denilen cenneti bulamadım dost

İnsan eti yenmez gönü giyilmez
Demir leblebiyi herkes yiyemez
“Kevser Irmağı”ndan herkes içemez
Badeyim kadehe dolamadım dost

Çağlayıp akar mı bir kuru dere
Askerlik yapmayan almaz teskere
Kim yar yaran olmaz özü mertlere
Söyleyecek söz bulamadım dost

Feyzullah Çınar’ın davudi sesi
Onda idi Selimi’nin nefesi
“Gerçek âşıklardır halk hizmetçisi”
Onların içinde olamadım dost

Zaman zaman anlatırım dostlara
Benzetirim daim duru pınara
Pir Sultan Veysel’den Akarsulara
Akıp giden bir yol bulamadım dost

Cansever Birfani bizim Ramazan
 4
Zaman zaman canlanıyor hatıran
Yardımcımız olsun ol Şahı Merdan
Aşkına bir saz çalamadım dost

Selamı saygıyı sunarım candan
Geç kaldı emanet uğraşılardan
Özerol razıdır tüm dostlarından
Bir oldum ikide kalamadım dost

4 Eylül 2002-Malatya

Gece yazdım yazıyı
Geme aldım azıyı
Kimselere yazmasın
Yaradan kem yazıyı

Yazdım yazdım bitirdim
Destan sonun getirdim
Zarflayıp da pullayıp
Dostlarıma yetirdim

Beş Eylül İki Bin İki
Saat oldu on iki
Sayın Selimi Baba
Yazacaklar bitmez ki

5 Eylül 2002-Malatya

Sayın Selimi Baba,

Sanırım size ilk kez mektup yazıyorum. Kalemi elime aldığımda şiirle başladım, şiirle sürdürdüm. Şiirle bitirince de bir gün bekledim, bu satırları yazıyorum. Sağlığının yerinde olmasını, ev halkınızın da sağlık ve mutluluk içinde bulunmasını candan diler, saygı ve selamlarımla ellerinizden öperim.
1998 yılında Malatya Yorumu çıkarmaya bağladığımızda ilk sayımızda (69. sayı yeniden başladığımız ilk sayımızdır: 2 Haziran 1998) sizin Malatya’ya gelişinizi haber yapmış, “İnce Düşünceler” köşemde “Âşık Kendini Aşmalı” başlığı ile yazdığım yazıda sizi anlatmıştım. “Gördüm Sefil Selimi” yazımda Hekimhan yolunda karşılaşmamızı ve bunun üzerine yazdığım şiiri, “Malatya Yorum-Sefil Selimi” yazımda Uğur Kaya’nın hazırladığı yapıtınızı anlatmış, yapıtınızı tanıtmıştım. Nuri Dedenin evindeki notları da düzenledim ve hepsini birden size gönderiyorum. Yeniden saygı ve selamlarımla, hoşça kalın…

Süleyman ÖZEROL
Malatya, 5 Eylül 2002


1 2 Haziran 1998 tarihli Malatya yorum Gazetesinde İnce Dşüünceler köşemde, “Âşık Kendini Aşmalı” başlığı ile Âşık Sefil Selimi’nin Malatya ziyaretini ve düşüncelerini anlatmıştım.
2 Nuri Çakmak Dedenin evinde konuk olduğumuzda Seliminin bazı doğaçlama şiirlerini not etmiştim.
3 6, 7, 8, 9. dörtlükler Sefil Seliminin şiirlerinden bazı dizelere benzek (nazire) olarak yazılmıştır.
4. Ozan Cansever (Nevzat Topal), Ozan Birfani (Metin Özer), Ramazan Çiftlikçi (Yrd. Doç Dr. İnönü Üniversitesi), Malatya’daki arkadaşlarımız, dostlarımızdır.



              Gördüm Sefil Selimi

Sayın Sefil Selimi’ye…

Bir de baktım beyaz camda göründü
Şarkışlalı ozan Sefil Selimi
Televizyon Güneş Selimi güneş
Konuşurken gördüm Sefil Selimi

Adil’le Süleyman sağ yanındaydı
Mutsuz’la Birfani sol yanındaydı
Ramazan Çiftlikçi tam yanındaydı
Danışırken gördüm Sefil Selimi

Kevser ırmağında akan o idi
Kurt ile kuzuyu yayan o idi
“Haktır sevdiğimiz” diyen o idi
Yazar iken gördüm Sefil Selimi

Adil Ustadan da yeni saz almış
Malatya’mıza da hayli alışmış
“Sivas’a giderken yollarda kalmış
Bakınırken gördüm Sefil Selimi”

Otobüsten inip vardım yanına
Yıllık hasret gibi sarıldı bana
“Bulamadık” dedi hem yana yana
Yakınırken gördüm Sefil Selimi

Otobüs yürüdü yolda süzüldü
Özerol bu hale gayet üzüldü
Bu dizeler kaleminden döküldü
Okur iken gördüm Sefil Selimi *

6 Ağustos 1998





* S. ÖZEROL: Malatya Yorum, 18 Temmuz 2000

18 Aralık 2016 Pazar

Sanki de içten ağlıyorsun; fotoğrafın öyle diyor

Sanki de içten ağlıyorsun; fotoğrafın öyle diyor













Merhaba…

Geçenlerde yazışmamızda Nur Hanıma, “Bir gün Ankara’ya gelmeyi düşünmüyor musun? “ diye sordum.
“Oğlum Ankara’dan yakında yanıma gelecek” diyerek gelemeyeceğini belirtmiş oldu. Yine de birkaç cümle yazdım kendisine.
“Ankara ne kadar soğuk olsa da dost muhabbetleri insanın içini ısıtır. Belki bir gün gelirsin, muhabbetin koyusu olur. Eskileri öğreniriz senden; tarihsel konular, özellikle yerel sözcükler ve eskiyi… Çok yaşamış, gidip de geri gelmiş gibisin, çok şey anlatırsın mutlaka…”
Nur’un bazen yazdıklarını anımsadım; şiirler, küçük notlar, değinmeler…
“Yazılarını gönder de göz atayım, düzenleyeyim” dedim.
“Birisi, ‘Yazma, çok devrik’ dedi. Bir rehberim olsaydı…”
Düşündüğüm gibi oldu sanki.
“Düzeltebilir, düzenleyebilirim.”
“İyi buldum!” dedi sevinmiş gibi.
“Ben iyi bir rehberimdir…”
“Hah! Bunu bekliyordum!”
Bu işi yapabileceğime inandırmalıydım Nur’u, Arguvan Yolu dergisinde yayınlanan ve siteye eklediğim Sultan Kılıç’ın benim ile söyleşisi olan, “Tek kişilik Ordu” yazısının bağlantısını gönderdim.
“Yazan da bir bayan, su gibi okuyacağından eminim” diye yazdım.
Bir süre sonra, “Acaba ben Hekimhan’ın bir köyünde mi yaşasam?” diye sordu. Yanıt yerine sayfasındaki fotoğrafa bakarak birkaç cümle daha yazdım kendisine.

Yüzünde bir tedirginlik var
Gözlerin uzaklara bakıyor
Sanki de içten ağlıyorsun
Nedendir bilemem
Fotoğrafın öyle diyor


Kendisi de bana yanıt vermedi, okumaya dalmıştı belli ki…
“Sağda mı kalbin? Bu nasıl bir benzerlik?
Oraya kadar okumuştu demek ki…
“Hayırdır?”
“Babamın da sağdaydı…”
“Öyküsünü biliyor musun? Nasıl öğrenmişti?”
Sordum ama sanki de daha önce söz etmişti gibime geldi.
“Yıl 1979, hemşire olmuştum, 14 yaşındaydım. İzine gelmiştim ve yeni heves işte, tansiyon aletini de yanıma almıştım. Babamın tansiyonuna baktım, yok, alamıyorum .”Yok” da diyemiyorum. Ertesi sabah doğru şehre… Doktor baktı, dinledi anlaşıldı; babamın kalbi sağda... Böyle işte…”
“Bir sorunu var mıydı?”
“Saftı biraz…”
Sanki de bana söylüyormuş gibime geldi. Hani benim de kalbim sağda ya…
“Olsa bile dillendirmedi” dedi.
Benim ile birlikte sekiz kişinin kalbini sağda olduğunu öğrenme öykülerini anlattığı, “Ters Site/Kalbi Sağda Atanlar” adlı bir kitap derleyerek yayınlamıştım. Kitap ile birlikte kalbimin sağda oluşu ve konuyla ilgili söyleşiyi kapsayan, “Ben Aynadaki Gibiyim” adlı Malatya Söz gazetesinde Ferdi Durdu tarafından yayınlanan söyleşinin de bağlantısını kendisine gönderdim. Bağlantıyı okurken kendisi de bana bir müzik bağlantısı gönderdi. Açılmamıştı ve “yarın bakarım” diyerek sabaha karşı yattım. Ertesi gün bir etkinliğimiz vardı ve oraya gidip geldikten sonra yemek yedim, gönderdiği bağlantıya baktım. Zenci bir kadın şarkı söylüyordu ağlar gibi. İngilizce bilmiyorum ama acıklı bir şey olduğu kesindi.
İnternetteki videonun altında “Cesaria Evora/Sodade” yazılı idi. Ve bir açıklama vardı şiir girişli;

“Eğer bana yazarsan
Sana yazacağım
Eğer beni unutursan
Seni unutacağım
Döneceğin güne kadar”


Atlas Okyanusunda, Kuzey Batı Afrika açıklarındaki bir adalar ülkesi olan Cape Verde’de doğdu. Doğduğu yer Afrika’da sömürgeleri bulunan Portekiz’in yüzyıllarca üs olarak kullandığı bir yerdi.
Cesaria Evora, parlak sesi ve fiziksel çekiciliği hemen dikkat çekti, ancak bir genç kızken başladığı şarkıcılık yaşantısında umduklarını bulamadı. Barlarda şarkı söyleyerek annesine ve iki kızına baktı.

Nur, bu şarkıya yorum yazmış…

“Evet, hüzünlüdür şarkılarım. Morna, Cape Verde'nin geleneksel müziğidir. Aşktan, denizden, memleket ve sevgiliye duyulan hasretlerden, tutkulardan, talihsizliklerden bahseder. Belki biraz dünyaya kara gözlüklerle bakar. Biliyor musunuz, siyah en sevdiğim renktir benim...” (17 Aralık 2016)

Duvar
Açık alanlarda bile var
İnsan isteyince
Duvar her yerde var

İletişimi kesen
Gönülleri karartan
Kendi kendine bile örülen
Duvarlar var

İnsan
İnsan olduğu zaman
Her yerde
Duvarlar kalkar


Bugün bir şeyler yazayım dedim ve “duvar” aklıma geldi. Duvar işte, duvar olunca, bir şeyler diyemedim, Nur’u anlatmaya çalıştım.
Nur, senin kadar çekingen bir yapıya sahip değil ama içinde çok şey toplamış gibime geliyor. Eğer yazılarını gönderirse okuduğumda onun daha rahat hareket etmesine yardımcı olabileceğimi düşünüyorum. 

Bak Nur ne diyor?

Sen
Yılda on beş günlük izinlerini
Yedi gününü yollarda geçirip
Ulaşamayacağı sandığım
Köyüm
Memleketim gibisin.
Ağlattın beni bu gece
Hiç insan yanında ağlamadım
Belki ondandır içe ağlamam


Cesaria Evora ne diyordu?


“Eğer bana yazarsan
Sana yazacağım
Eğer beni unutursan
Seni unutacağım
Döneceğin güne kadar”


Ankara, 18 Aralık 2016

25 Kasım 2016 Cuma

Belki de 2017 benim yılım olacak…

Belki de 2017 Benim Yılım Olacak…
Merhaba…

Dağlar beni çağırdı geldim, kaldım ve döndüm. Yılın yarısı kadar bile köyde kalamadım.
Ne kayaları, ne dağarlı, ne Pir Sultan’ı, ne yaylaları ne de mağaraları gezebildim. Barık’ta ve Darıderesi’nde akan suyu, Alaçayır’ı, Kral Dağını, Çeki Baba’yı, Yığmaları, peribacalarını, bahçeleri ve daha pek çok yeri gezemeden geri döndüm.
Dağ keçilerini, geyikleri, keklikleri ve tavşanları da göremedim. Kargalar, güvercinler ve serçeler zurbalar halinde var iken bu yıl kırlangıçlara da rastlayamadım.
2014 Haziranında balkonda otururken tilki yolda dolaşıyordu. Hanım parkın kenarına yemek artığı dökmüş, gelip yedi, bir iki kez tur attı sokakta. Saat 21.00-21.30 arası idi fotoğrafını çekemedim. Ekmek attım, bir süre sonra tekrar gelip yedi, gitti. Hayvanlar aç, yiyecek bir şey yok. Bu yıl da köyün içinde evcil hayvan gibi dolaşan tilki ile zaman zaman karşılaştığımız oldu. Haziran sonunda köye döndüğümüzde evin birinde yavruları ile kalırken şimdi de yine bir başka evin bahçesinde yatıp kalktıkları söyleniyor. 29 Ekim günü Yukarı Saz Cem Evi açılışına giden Bektaş Altunok, bir gün önce yolun kenarında köpek gibi oturup kendilerini izlediğini anlattı.
Aşgarın Mustafa çift kangal köpeğini sattı. Şimdi Morhamam petrolü karşısında köpekler, zaman zaman buradan geçtiklerinde bakışarak hasret gideriyorlar. Köyde de başıboş dolaşan birkaç köpek ile çok sayıda kedi var.
Bu yıl hiçbir meyve ürün vermedi desem yanlış olmaz. Birkaç bahçedeki kayısı, erik ve cevizi saymazsak elbette… Üç yıldır meyve ağaçları bize küstü ya da biz onları küstürdük… Geçen yıl yaşanan yangının izleri de hala bahçelerde görülüyor.
Tarihi Ağpuğar çeşmesini Temmuz ayında basına dile getirdik ama sorumluların ruhu bile duymadı. 1890 yılında yapılan çeşmemizin kesme taşlarının arasında böğürtlen, ayrık ve çeşitli otlar bitmiş, neredeyse taşları eritecek bu bitkiler. Diğer yandan önünün düzenlemesi de hala yapılmış değil.
Ana cadde imece ile kilit taş yapıldı ama
Yaklaşık çeyrek yüzyıl önce yapılan sokak asfaltı tamamen bozuldu. Aslında sokakları da imece ile kilit taş yapacaktık, büyükşehir’e bağlanınca kaldı, büyükşehir olduk olalı pek çok hizmet de durdu gibi. …
Çeki mezramızın Hekimhan-Arguvan asfaltına bağlayan yolu iki yılda iki kez asfalt yapılmasına karşın, 500 metrelik Mıroğlar mezrası yolu hala öyle duruyor.
Kentten buraya döneceğim sıradaki, “Şehrin isi pası usandırıyor” söylemimi yineleyeceğim. Ancak her ne kadar isi pası usandırsa da şehrin kültür sanat ve edebiyat etkinliklerinin yoğunlaşması ve kitap hazırlamam için çağrılar beni çekmeye yetiyor.
“Özlemim bahara kalsın”, “Şehrin isi pası usandırıyor”, “Dağlar beni çağırıyor” derken mektuplar, şiirler yazmayı da sürdüreceğim.

Otuz üç yıl önce başladığım köyüm ile ilgili “Yenilenen Köy Ballıkaya” kitap çalışmasını da artık 2017’de tamamlamak istiyorum. 
Belki de 2017 benim yılım olacak…

1 Kasım 2016 Salı

"Yol ikidir hangisine gideyim"




"Yol ikidir hangisine gideyim"

Merhaba,
Uzun süredir yazmak istiyordum, ancak Eylül ve Ekimi geride bırakırken ve Kasım soğukları yaklaşırken yazmayı denemek istedim.
Neden yazamadım acaba?
Anıları, acıları anımsatmayı sevmediğimden olsa gerek...
Yine de kalemi ne zaman elime alsam hep gerilere gidiyorum, acılara bandırıyorum düşüncelerimi.
Birkaç gündür hava o kadar güzel ki boğazımdaki ağrıyı neredeyse unutturuyor. Ama yine de evden çıkamadım.
Akşamları hava iyice soğuyor. Bazen kar soğuğunun andırıyor. Yükseklere de kar yağdığı söyleniyor. Sobayı kuralı da üç hafta oldu. Soğuklar zaten Eylülde başlamıştı. Bu kışın çok şiddetli geçeceği de söyleniyor.
Şiddetli dedim ya bu "zorlu" anlamında. Zor, yani dağların dayanamadığı (Zora dağlar dayanmaz)...
Aslında zorlanmadan çok çabayı anlatmak istiyor bu atasözü. Yani çalışmayı, çabayı, emeği ve bunların pek çok şeyi çözebileceğini...
Yolların da zoru var elbette...
Yolların zorunu aşan, "başardım" diyebiliyor.
Bazen yollar bizim için başlangıç olurken, bazen de son olabiliyor.
Başarıya götürebildiği gibi bazen de başarısızlığa götürüyor.
O kadar çok yol var ki sonuçta insanın amacına ulaşmada birleştirmesi gerekiyor yolları. Geriye iki yol kalıyor. O zaman da bizim yörenin türküsü devreye giriyor. Türküde ne diyordu?
"Yol ikidir hangisine gideyim"
Hangisine giderseniz gidin, bir sonucu olacaktır mutlaka.
Bazen mutluluk, bazen mutsuzluk, bazen ayrılık karşınıza çıkar. Amma velâkin yoksulluk başkadır. Hele hele mahpusluk, özgürlük...
İdama götüren yollar vardır, mezara götüren...
Batağa götüren, düzlüğe çıkaran...
Nereye götürmez ki yollar?
Tarihsel ikilem yine karşımıza çıkar…

Ve sen yoksun, bugün 1 Kasım 2016…
Bugün benim doğum günümmüş…
Nüfus cüzdanıma 1 Kasım 1953 yazılmış.
Babam, nüfusta böyle yazsa da aynı yılın aralık ayının üçüncü yarısında doğduğumu söyler.
Öyle ya da böyle altmış üç yılı geride bıraktık.
Eğer Avrupa’da yaşasaydım ancak yeni emekliliği hak edecektim. Oysa on dokuz yıl önce emekli oldum. Acaba dünyanın kaç ülkesinde kırk beş yaşında emekli olunuyor dersiniz?
O gün bu gündür sanki de öğretmenlik devam ediyor. Öğrenciler yerine kocaman bir halk kitlesi var karşımda. Hatta teknolojinin getirdiği özelliklerden dolayı dünyanın pek çok yerinden insanlar da var.
Daha çok bilim, kültür ve sanat olayları ile bu alanda uğraş verenler hakkında yazıyorum. Bilim başta olmak üzere kültür ve sanatın tüm insanlığı ilgilendirdiği bir gerçek; bir ülkenin bu alanlarda yaptıkları ile dünyaca tanınacağı da…
Bilim, kültür ve sanatı geleceğe taşımada, dünyaya duyurmada, ülkemizi tanıtmada çaba gösterenlerin olumsuz davranışlarla karşılaştığı ülkemizde gazeteci olmanın da zor yanarlı var elbette. Beşinci güç olarak, sırtını halka dayamak yerine var olan iktidarlara dayayan siyasetçi, polis, asker, hâkim, savcı ve daha başka mesleklerin rolünü üstlenen gazetecilerin olduğu ülkemizde demokrasinin gerçek anlamda özümsenmediğini söylemek yanlış olmasa gerek.
Bütün bunlar bir yana; “Yokluğun cehennemin öbür adıdır” demiş Ahmed Arif.
Ve yine o türkü aklıma gelir;
"Yol ikidir hangisine gideyim"
Söyle, sen hangisinde isen ben de o yana gideyim…

Selam ve sevgilerimle…

4 Ekim 2016 Salı

Günü doldurmak değil mi yaşam?

Günü doldurmak değil mi yaşam?

Merhaba,
Uzun zaman oldu yazmadım, zaten sen de yazmıyorsun...
Acılardan, sorunlardan uzaklaşıp biraz kendimden, biraz da köyden, köydeki günlük yaşamdan, geçmişten söz edeyim.

2 Ekim 2016… Ali Adıgüzel’in Deli Hacı yazısını yeniden düzenleyip Ersoy Eren’e (Arguvan Haber) gönderdim. Ali Adıgüzel’in Arguvan Haber’de yayınlanan tüm yazılarını da gözden geçirdim. Elektrik kesildi, evden çıktım. Evin önündeki güllerin, parkta da teker çiçeğinin fotoğrafını çektim. Parktan geçip Mustafa Arı’nın anılarının bilgisayar çıktılarını evlerine bıraktım. Ana caddeden dönüp kahveye uğradım. Bir süre sonra Havuzbaşı Mangal’a gittim.
Hava artık soğuduğundan havuzun çevresindeki sandalyeler kaldırılmış, üstü kapalı yerdekiler bırakılmıştı. Müşteriler vardı orada, ben de kayısı ağacının altındaki masere taban taşı ile yapılmış masanın yanına oturdum.
Sağ yanımda masere taşı, döven, karşımda şahra ve yabalar, arkasında çatma ve yayık vardı. Bütün bunarlın geçmiş yıllardaki işlevini düşündüm. Tahılların tarladan harmana getirilmesi, sap saman ve tanenin ayrılması, bulgur ya da yarmanın maserede dövülmesi, yayık ile yoğurt yayılması ve daha başka yakın konuları anımsadım. Kalemimi defterimi çıkarıp yazmaya başladım.

Tarladan Sofraya…


Orak ya da tırpan ile tarlada biçilen ekinler desteler haline getirilir. Şahra denen karşılıkla çift merdiven benzeri, kenarlarında destek dalları olan düzenek çoluklardan geçirilen iplerle sıkıştırılır. Semer gibi at ya da eşeğin sırtına palanın üzerinden yüklenir. Böylelikle harmana taşınır.
Kayısı ağacının altına eğimli olarak yerleştirilmiş dövenden söz edelim. Önü kalkık duran dövenin altında bilmem kaç sıradan oluşan çakmak taşları tarladan harmana getirilen tahıl ya da bazı baklagillerden ürünlerin sap saman haline getirilmesinde kullanılır.
Malamga adı verilen karışım tığ adıyla yığılır, yabalarla savrularak sap saman ile tane ayrılır. Sarat ya da gözer ile elenir, ot tohumları ve diğer yabancı maddeler temizlenir.
Şurada duran masere taşı eski Ballıkaya’da Polis İsmail’in evinin önünde bulunan maserenin taşı. Önümdeki de zaten maserenin taban taşı. Özellikle at koşulur ve pervane gibi döner, taşı da döndürür ve bulgur ya da yarmanın kabuğu gevşetilirdi. Sonra kurutulur, savrulur ve elenir kışlık olarak kaldırılırdı. Bulgur ile pilav, köfte, çorba gibi yiyecekler, yarma ile de yarma aşı ve katıklı şoğra yapılırdı. Köy sofralarımızın başyemekleriydi bunlar…
Buralarda ayrana katık denir. Peki, katık nasıl yapılacak
Yoğurdun yayıkta yayılması gerekir. Bunun için de eskiden kızılkavak ile tabaklanmış deri yayıklar kullanılırdı. Daha sonra ise şahranın arkasında duran üççatallı çatmaya asılmış teneke yayıklar kullanılmaya başlandı. Ardından yayık makineleri çıktı.
Çatmanın üzerinden bakınca Ballıkaya’nın evleri ve daha arkada sıra kayalar görünüyor.
Batıdan doğuya doğru sıralarsak Dalkayalar, İki ağızlı Mağarası, Kurşaklı, Ballıkaya, Büyük Mağara, Kuşboku batmakta olan güneşin ışıklarının etkisi ile kızıllaşmış ve sıra halinde, hafif sis var…
Kaya kuşağı ile Ballıkaya arasında ekim ayı olmasına karşın meşe ağaçlarından oluşan hala yemyeşil orman kuşağı var.
Yaklaşık 1600 rakımdayız.
Havanın temiz, oksijenin bol, suyun içimli olduğu Ballıkaya’dayız…
Daha ne istiyoruz?

Hüseyin Başaran…

Notları yazmıştım ki Hüseyin Başaran geldi. Tanıyorsun Hüseyin Başaran’ı. Meslektaşım… Yazar, çizer, çalar, söyler…
Ameliyat işi Çarşambaya kalmış. Seyrani yanına uğramış, anı kitabını bastırmak istiyormuş. Malatya’da epey yazı yazmış. “Dedemi yazdım” dedi. Bir süre sonra alıp kaydeedceğim.

Halk Ozanları Kültür Derneği Başkanı hemşerimiz Kenan Şahbudak’ı aradım Hasandede’de imiş. Hüseyin Başaran da konuştu.
İnönü Üniversitesinden Yrd. Doç. Dr. Ramazan Çiftlikçi’nin babası vefat etmiş, duymamışız, aradım, başsağlığı diledim.
Hüseyin Başaran Ümit Sarıaslan’ı aradı, cevap yok. Dizeleri ona göndermemi istedi.

“Yaralandım bilmem hangi yaradan
Senin gibi güzel mola yaradan”

Belki bilmiyorsun, Hüseyin Başaran adına bir site açtım. Hakkındaki yazımı, kendi yazısı “Yanıyor Anadolu”yu ekledim. Her on beş günde bir yazı ekleyeceğim. Fotoğraf eklemek istediğimi söylediğimde “Kadir’in çektiklerinden ekle” dedi. Önce siyah beyazlardan başlayacağımı söyledim, “tamam” dedi. İzin isteyip eve döndüm, yemek yedikten sonra okuma ve yazma çalışmalarımı sürdürdüm sabahı karşılayarak…

Günü doldurmak değil mi yaşam?
Bugünü de böyle doldurdum.
Zaten boş geçirmek istemiyorum anı…

Selam ve sevgilerimi iletiyorum…