22 Nisan 2016 Cuma

Sen, İkinci Basamakta Rastladığım

Sen, İkinci Basamakta Rastladığım...


Merhaba,

Yıllar önce, “Böyle bir mektup almak için bekleyebilirim bir ömür…” demişsin.

Telefon icat olunca mektup eskisi gibi yazılmaz oldu. İnternet çıktı ama yazan yine de azaldı.
Ben sana oldukça uzunca bir mektup yazacağım.
Almak için bir ömür bekleyebileceğini belirttiğin mektubu şiir biçimine dönüştürmüş ve hem internette hem de kendi çıkardığım dergide yayınlamıştım. Adil Aktaş arkadaşımız “Bir Dosta Mektuplar” başlığı altında okuyarak 15 Şubat 2012 tarihinde internete eklemişti.
Dediğin gibi elbette ki ben “yanlış” değildim. Yanlış olan “yardımcı” olmaz. Ama o bunu bile istemedi.
Yine dediğin gibi “sığınaktım”, “sakin hayat, emek, sabır ve özveriydim”. Yine öyle olduğumu biliyorsun zaten…
İletişimi kestiğimi belirttiğimde, “Sakın yapma! Üretmek için ihtiyacın var ona” demiştin. Belki biraz olsun haklısın diyeceğim, ancak;



Kapım açık yeni sevdalara
Ruhum bir o kadar engin


Aşure Gününde konuşmacı olduğum 2002 yılında adımı “Osman” olarak duyuru yapan minicik kuş sen değil miydin? Yedi yıl önce beni arayan ve o zamandan beri her aradığında saatlerce konuşan da…

Senin gelişin böyle olmuştu…
Bir yıl sonra bu sayfadaki bazı dizeleri yazmıştın bana.
Sanki yılların tanıdığı, tanığı gibiydi söylemlerin.
Demek ki büyük sende büyük bir öngörü varmış…

Sen
İkinci basamakta rastladığım
Zarif ve minik kuşum
Gözlerin hep öyle baksın
Kalbini kapatma
Unutma
Üretmek için
İhtiyacım var sana…

Ankara, 18 Nisan 2016


14 Nisan 2016 Perşembe

Cehaletin Varlığı ve Ağırlığı

Cehaletin Varlığı ve Ağırlığı
(foto: nedir.com)














Merhaba,

Genç bir kız arkadaşım fotoğrafının üzerine Audrey Hepburn'un, "Bir kadının güzelliği gözlerinde görülür. Çünkü aşkın ikamet ettiği, kalbine açılan kapı gözleridir" sözünü yazarak göndermişti. O, "kapı" demişti ama benim aklıma "pencere" geldi. Orhan Veli Kanık'ın çok sevdiğim şiirini paylaştım.

“Pencere, en iyisi pencere,
Geçen kuşları görürsün hiç olmazsa,
Dört duvarı göreceğine.”

Orhan Veli Kanık, gökyüzünü bile görmenin hep dört duvarı görmekten iyi olduğunu, bir farklılık olduğunu anlatarak özgürlük özlemini dile getirir.
Hani, "Kapıdan kovarsın pencereden girer" derler ya... Âşık, her zaman kapıdan değil, pencereden de içeri girer. Kalbe ulaşmak için ikisi de birdir. Ha kapı, ha pencere... Mahpusluk öyle mi ya?

Fikir ve düşüncelerinden dolayı yıllarca mahpuslarda yatan ve mahpushane şiirleri üreten Sabahattin Ali'nin asıl ünü öyküleri iledir. Türk öykücülüğünde önde gelen ad olan yazarın "SES" adlı öyküsünü unutamam. Hele de öyküdeki türküyü...

Bir müzik öğretmeni, Beyşehir yolunda yol amelesi, yirmi iki yaşında, güzel de saz çalan bir köy delikanlısı Sivaslı Ali’nin gür ve tatlı sesine duyduğu hayranlıkla Ankara’ya getirir, “bir müzik mektebinde” okutmak ister. Bunun için de sınav yapılacaktır. Ali sınavda şu türküyü okur:

Döndüm daldan düşen kuru yaprağa
Seher yeli dağıt beni kır beni
Götür 
tozlarımı burdan uzağa
Yârin çıplak ayağına sür beni

Aldım sazı çıktım gurbet görmeye
Dönüp yare geldim yüzüm sürmeye
Ne lüzum var şuna buna sormaya
Senden ayrı ne hal oldum gör beni

Ayın şavkı vurur sazım üstüne
Söz söyleyen yoktur sözüm üstüne
Gel ey hilal kaşlım dizim üstüne
Ay bir yandan sen bir yandan sar beni

Yedi yıldır uğramadım yurduma
Dert ortağı aramadım derdime
Geleceksen bir gün düşüp ardıma
Kula değil yüreğine sor beni


Sınav salonunda bunaldığı için bir türlü sesini bulamaz. Diğer yandan müzikle ilgili teorik bilgiler aranmasının ve köylü oluşunun kurbanı olan Ali, okula alınmaz.
Ankara’ya geldiğinde “kırık sazıyla efendilere çalmak yakışık almayacağı için” sekiz liraya satın aldığı sazını, iki liraya elden çıkarıp, Ali, kendisini getirenlere görünmeden bir kamyona biner, Konya’ya döner...

Türküyü her duyduğumda Ali aklıma gelir. Hele de şu dörtlüğü…

Aldım sazı çıktım gurbet görmeye
Dönüp yâre geldim yüzüm sürmeye
Ne lüzum var şuna buna sormaya
Senden ayrı ne hal oldum gör beni


Halk edebiyatını "köylü edebiyatı" diye üniversitelerden atmak isteyenler vardı bir zamanlar. Daha dün de halk oyunları oynayan gençleri zina ile itham eden resim öğretmenin açıklamaları...
Bunlar kara cehaletin siyasi malzemesi olarak belleğimde yer ederken çeyrek yüzyıl önce yaşadığım ve yaşamımda bir dönüm noktası olan bir olayı; 1991 yılında bu zamanlar, "Saz çalmak el ile şarkı söylemek ağız ile zina etmektir" diyenlere karşı çıkmam nedeniyle yaşadıklarımı anımsadım. Neredeyse meslekten atacaklardı…

Demek ki halkımız hep zina yapıyormuş! Vay be! Ne iş bu?
Çocukların ırzına geçenleri savunmak pahasına halk oyunlarımızı ve türkülerimizi, müziği zina olarak değerlendiren cehaletin varlığı ve ağırlığı toplumda kendini duyumsatıyor.

Ve 44 yıl geriye gittim,  öğrenci iken yazdığım "Dünyada Biz" başlıklı şiirimi sunuyorum. 

Bizim için dünya karanlık kale
Çıkamadık geri geliyoruz biz
Bazısı gülüyor bizim bu hale
Durmadan gözyaşı siliyoruz biz

Toprak altın yapar bilemeyiz biz
Yenilikler gâvur icadı deriz
Afiyetle boktan berisin yeriz
Yaratandan şükür diliyoruz biz

Garibanın kader ağzında gemdir
Tefeciye yoksul her zaman yemdir
Haklı belli değil haksız ya kimdir?
Birazcık düşünsek biliyoruz biz

Fakir kimdir, zengin kimdir be adam?
Çökmez mi temeli çürük olan dam
Nerde kaldın nerde ey ulu Mevla’m
Zalimin zulmünden ölüyoruz biz

Üç günlüktür dünya; dün, bugün, yarın
Göçersin dünyadan kalır hep varın
Sönmedi Süleyman neşenle harın
Hem ağlayıp hemi gülüyoruz biz 


Akçadağ, 7 Ocak 1972 

Bunları sana yazmak istemezdim, ancak gitgide kültürel yapımızın bozulması için çaba harcayanları gördükçe, duydukça, okudukça dayanamadım ve yazdım.

Kente gelen saf Anadolu köylüsü kendi kültürüne karşı biçimde yetiştirildi. Bindiği dalı kesen halkımız bakalım ne zaman uyanacak?

Yeni türküler çalıp söylemeyi ve dinlemeyi sürdürürken yine kendimi dağlara, yaylalara vurmak, güzel ve içten sesini dinlemek istiyorum. Düğünlerde halaya dururken de haykırmak…

Özlem ve sevgiyle…

Süleyman Özerol
14 Nisan 2016, Ankara

10 Nisan 2016 Pazar

“Böyle bir mektup almak için bekleyebilirim bir ömür...”

“Böyle bir mektup almak için bekleyebilirim bir ömür...”
Ballıkaya-Gölündere'den Bir Görünüm

Merhaba,

Bana, "yazma" demiştin ama yazmak zorundayım...
Seninle ilgili konuları başkalarıyla paylaşmamla itham etmiştin beni bir zamanlar. Öyle bir şey olmadı oysa. Ama şimdi sana göre "suç işledim", onu haber vermek istedim. İster as, ister kes... Ne yaparsan yap, içimde kalmamalı düşündüklerim.

Ne mi yaptım?

Bir genç kıza senden söz ettim. Sana söyleyemediklerimin bazılarını ona söyledim. Sana yazdığım mektubu ona okuttum, "Of" çekti. Derdi varmış demek ki... Sen yazdıklarıma zaten yanıt vermeyi hiç yeğlemiyordun. Hiç olmazsa yazdıklarıma yanıt verdi bu genç kız...
"Özlemim Bahara Kalsın" çalışmasını yazmayı kabul ettiğine göre bazı düşüncelerimin katkısı olacağını da düşündüm. Hiç bir yanına dokunmadan olduğu gibi aktarıyorum.
“Bir adam düşünün, sizin gibi yani… Hayatını adıyor, gerçek anlamda araştırıyor. Uykusundan, aşından ekmeğimden bazen huzurundan taviz verip yıllarını harcayıp yazıyor… Ve siz bir gecede okuyarak onun sahip olduğu o bilgiyi atıyorsunuz kefenize. Şimdi soruyorum size; ‘bundan daha harika ne var’ cevap verin...”
“ Kısa da olsa”
“ Beklediğim bir cevap var…”
“ Değil mi?”
“ Evet, Bundan daha harika olan ne peki?”
“ Sana bir mektup... Bir genç kıza gönderdiğim. Belki biraz sorularına yanıt var içinde…”


“Ah”ını dinledim, bir tel koptu içimden. Bir ahın bin ahım, bir acın bin acımdır. Ahlarına, acılarına dayanamam. Sımsıcak hücrelerim üşür kaskatı görünen yüzümün altında. Afganistan’da, Irak’ta kan toprağı kiremit rengine dönüştürürken dişlerimi gıcırdatırım çaresizliğimden. Vietnam’dan beri, Filistin’den öte yana, Anadolu’nun ortasında bir sancı tutar yüreğimi. Bunca karmaşalı dünyada seni sarmak ister yüreğim dertlerinle, saramam…

“Offffff! Çok güzelmiş!”
“ Bu gerçek bir mektup…”
“ Buna nasıl cevap verdi, çok merak ettim. Biliyorum…”


“Düşlerimde Konstantiniye üstüme yıkılır. Altında kalır kâğıtlarım, kalemlerim, kitaplarım ve seni sarmak isteyen yüreğim. Emperyalizmin kanat sesleri duyulurken üzerimde, Arguvan türküleri söylenen yerlerde seni ararım yaralı yaralı. İncecik parmaklarının tezene atışını, iç çeker gibi türkü söyleyişini görmek isterim, varamam…

“Çok güzel, işte böyle bir mektup almak için bekleye bilirim bir ömür…”


“Seni bir kez daha yaralayan içindeki çağlayanlar, fırtınalar beni de yaralar. Arguvan’dan Hekimhan’a geçersin. İçindeki ürperti yaralarına karışır, içimdeki acı kangren olur. Kanattıkça kanatır, acıttıkça acıtır. Çıngılar çıkar gözlerimden, duramam…
Zamanını çalmıyorsam okumanı isterim.

“ Yok, hayır, kesinlikle hayır…”

“Her gecenin sabahına yakın ayılırım düşümden. Dönerim Malatya’ya, dönerim Ankara’ya, dönerim Aksaray’a. Bir yel eser kuşluk vakti, acılarını fısıldar kulağıma; “Derdi güzel ağlama.” Derdin de güzeli mi olurmuş gülüm? Gözlerime diken batar, uyuyamam…”

Son paragraf:

“İstanbul seni harcar gülüm, İstanbul seni harcar! Sen, sen ol da kartallığa özenme. Gündüzlerimin gecelerimin yoldaşı, yok olmalarına dayanamam. Sonra kim arar beni tana yakın saatlerde? Kimse bana derdini teslim etmedi senin kadar. Kimlerle dertleşirim ben? Kaybedersem seni elin elime değmeden, ne anlamı kalır yaşamanın. Yaşayamam gülüm, yaşayamam…”



19 Ekim 2008, 02.30, Aksaray

“ Gitti mi peki bunlara rağmen? Yoksa hala ellerinde mi eli?”
“ Gitti… Eli elime değmedi ki…”
“ Biz gidenlere çok şey borluyuz hocam bence…”
“ Ama gitmesi gerekiyordu.”
“ Beni ölüm bile alamaz, ben istersem… Hangi mazeret alır seveni?”
“ Olamazdı... Onun da bir yaşamı olmalıydı. Gençti, birilerini sevmeliydi, yaşamı yaşamalıydı…”
“Hayır, sevdiği hiç kimse yazamazdı bunları. Yasamı yanlış bir aşkta yaşaya bilirdi. Özveri dedikleri bu işte…”
“ Ben istedim ki bağlanmayayım. Zaten yanlışı yaşamıştı, bir yanlış daha yaşamamalıydı.”
“ Dönüle bilirdi, durula bilirdi, avuna bilirdi. Sen yanlış değildin ki…”
“ Neydim peki?”
“ Yanlış mıydın? Bence sen sığınaktın, ücra köşe…”
“ Evet, evet, öyleydim…”
“ Sakin hayat ve emektin sen. Sabırdın, özveriydin…”
“Hepsi bendim… Mektuplarını, şiirlerini okudum, düzelttim, basında yer almasına çaba harcadım, tanıtmak istedim, sonra da…”
“ Eeeeee!”
“Olmasın dedim, çünkü bağlanabilirdim.”
“Ve oooo… Ne oldu? Bağlanmalıydın.”
“Hep kendi başınaydı, bağlanamazdım.”
“Neden? O senin için yasaktı ve senin başka telaşların vardı.”
“Önce dedim ya... Yasak olmalıydım…”
“ Kime göre yasak peki?”
“ Bu kez ben aksi davrandım ki yaklaştırayım. Yasak farklı elbette … Uzaklaştırmayı başardım!”
“ O n’oldu işimdi?”
“Eskilerin deyimiyle muzaffer oldum.”
“ Yok, hocam, olmadın”
“ Ne mi oldu?”
“Ne oldun bilmiyorum, evet”
“Hep ne zaman iletilerini geleceğini düşündüm ama göndermesini de istemedim."
“ Sonunu merak ettim.”
“ İnternetteki profilindeki hüzünlü fotoğrafına bile tahammül edemiyorum. O hüzün beni öldürüyor, sanki hep bana bakıyor gibi…”
“ Öldürmeli, kahretmeli ki göresin yanlışını…”
“ Görmek istemiyorum, ama zaman zaman fotoğrafları açıp bakıyorum, sayfamda şiirleri var, fotoğraf da koydum, yeni bir… Ama hep acılı bakışlı, hep hüzünlü…”
“ Ve öyle olacak…”
“ Sanırım…”
“ Sen onun mutluluğa acılan kapısıydın ve suratına kapattın. Onun adına karar aldın.”
“ Öyle miydi acaba?”
“ Dayattın değil mi? Evet…”
“ Evet…”
“ Öyleydi bence… Hâlbuki hayat sana ikinci bir şans vermeyecek ki…”
“ Bilmem, birkaç aydır iletişimi kestik.”
“ Sakın yapma! “ Üretmek için ihtiyacın var ona…”
“Evet, evet, sen çok haklısın. İkinci bir şans olmaz zaten. Öyleydi, öyleydi ama yok artık. Acaba sana yazmamı buna mı bağlarsın?”
“ Yok, hayır, olmadığını biliyorum, ben bağlamam.”
“ Herkese açık biriyim ben.”
“ Düşünmem ve sorgulamam. Sana yardımcı olayım. İçindeki senin sesin olayım dedim, sadece ben yanlış anlamam. Sadece anlarım, sadece, anlıyorsunuz değil mi?”
“ Evet, zeki olduğunu söylemiştim, zekiler gerçekçidir, duygusallıkları bile tartışılmaz.”
“ O kadar zeki olduğumu düşünmüyorum. Bu tarzı değil başka bir şey…”
“ Sana anlatmak istediğim; böyle birçok kişi ile iletişimim oldu ve yardımcı oldum. Ayrıca tez ve benzeri çalışmalarda kapımı çalanlar da çok oluyor
“Bana biraz yalnızlığından ver diyen oldu mu?”
“Sen alçak gönüllülük ediyorsun.”
“ Peki…”
“ Bana biraz yalnızlığından ver diyen? Ben istemişimdir…”
“ Evet, aynen öyle, bu kadarı sana çok ver bana diyen oldu mu? İşte bende tam olarak bu demek istiyorum”
“ Olmadı, ben paylaşmayı istemişimdir…”
“ Olmamıştır, olsaydı şayet üretemezdin, duymazdın, anlamazdın; çünkü katacak bir yükün kalmazdı. Oysa şimdi farklı…”
“ Nedir farklı olan?”
“ Çırpınıyorsun, avunuyorsun… Yani bunu bir düşünün olur mu? Böyle şeyler insana ilk an karmaşık ve anlamsız gelir. Ama vakit gece yarısını vurunca, muhaseben başlayınca…”
“ Evet, belki de… İlk an... Sonra... Fırtınalar...”
“ Sesler kesilince ve tam yalnızlaşınca Eveeeet… Farkındalıklar…”
“ Ben bunları daha ilk gençliğimde şiir biçiminde yazmıştım biliyor musun? Yani 40 yıl önce…”
“ Bilirim öyle başlar. Kendi başını sıvazlar insan. Bana anlatma mı diyorsun yani?”
“Hayır…”
“Buysa dediğin yanılıyorsunuz hocam.”
“ Anlatma demiyorum, tam tersine aynı şeylerden söz ediyoruz.”
“ Çünkü insan kırk yıl olduğu yerden sadece bazı konularda ayrılır, aslında dolanır durur oralarda, dönmek ister bazen ama ne çare, dönemez…”
“ Yaşamın her devresinde her şey var…”
“ Evet, ama aşk bazı evrelerde var, her zaman yok…”


Süleyman ÖZEROL
Ankara, 11 Nisan 2010, 20.36