30 Aralık 2016 Cuma

Ozan Sefil Selimi'ye Mektubum

Ozan Sefil Selimi'ye Mektubum


Asıl adı Ahmet Günbulut olup, 26 Ağustos 1933 yılında Sivas Şarkışla ilçesinde doğdu, 30 Aralık 2003 tarihinde aramızdan ayrıldı. 
"Kevser Irmağında saki olan yar", "Kimse Bana yaran olmaz yar olmaz" sözbaşlı şiirleri altmışlı yıllarda Aşık Feyzullah Çınar tarafından plaklara, daha sonra başka türküleri de kasetlere ve albümlere okundu.
"Kul Yanmasın" adlı kitabı yayınlandı. 
Hakkında kitaplar yayınlandı:
*Abdullah Satoğlu-Yar badesi
*İbrahim Aslanoğlu-Yalınkat
*Doğan Kaya-Çobanın Can Pınarı
*Uğur Kaya-Şiirleri ve Türküleriyle Sefil Selimî
* Ahmet Özdemir: Aşık Sefil Selimi İrfan Okulu


1998 yılında Malatya'da tanıştığımız ve hemen her yıl görüştüğümüz Sefil Selimi, aramızdan ayrılalı on üç yıl oldu; saygıyla anıyorum


Dost

Gündemim o kadar yoğun idi ki
Bir türlü oturup yazamadım dost
Ancak fırsat buldum bu sıralarda
Kalemi kâğıdı bulamadım dost

Aldım Yorum’ları tek tek taradım
Selimi haberin buldum aradım
“Kendini aşmalı âşık” anladım
 1
Engeller çok idi aşamadım dost

Altı Ağustosta yolda kalmıştın
Gelip geçenleri seyre dalmıştın
Güneş’te dostlarla birlik olmuştun
O zaman birlikte olamadım dost

İki bin yılında yazdım yazını
İki bin birde de kitaplarını
Öğrensin herkes de notalarını
Ne yazık o zaman salamadım dost

Nuri Dede hanesine gelmiştik
 2
Gerçeklerin sohbetine dalmıştık
Söylemiştin biz kaleme almıştık
Bazı noktaları koyamadım dost

Sevgi bağlarını ekmek istedin
 3

Terini toprağa dökmek istedin
Bir çekirdek bulsan dikmek isterdin
Gülün dikenini yolamadım dost

Kare kare gezdin noktaya vardın
Her yöne bakınıp cemal aradın
Kin ile kibiri yerlere çaldın
Kimseyi dilime dolamadım dost

Allah apaçıkken demedin hani
Muhammet çağırdın ses verdi Ali
Gülüyle birlikte sardın dikeni
Kuru yaprak gibi solamadım dost

Bahçenden gülleri getirdin bize
Muhabbet pınarı hep göze göze
“Kul yanmasın” diye atıldın köze
Bakilerle birlik olamadım dost

Sen yanmasan ben yanmasam olur mu?
Karanlık geceler sabah olur mu?
Dünya insanlara cennet olur mu?
Denilen cenneti bulamadım dost

İnsan eti yenmez gönü giyilmez
Demir leblebiyi herkes yiyemez
“Kevser Irmağı”ndan herkes içemez
Badeyim kadehe dolamadım dost

Çağlayıp akar mı bir kuru dere
Askerlik yapmayan almaz teskere
Kim yar yaran olmaz özü mertlere
Söyleyecek söz bulamadım dost

Feyzullah Çınar’ın davudi sesi
Onda idi Selimi’nin nefesi
“Gerçek âşıklardır halk hizmetçisi”
Onların içinde olamadım dost

Zaman zaman anlatırım dostlara
Benzetirim daim duru pınara
Pir Sultan Veysel’den Akarsulara
Akıp giden bir yol bulamadım dost

Cansever Birfani bizim Ramazan
 4
Zaman zaman canlanıyor hatıran
Yardımcımız olsun ol Şahı Merdan
Aşkına bir saz çalamadım dost

Selamı saygıyı sunarım candan
Geç kaldı emanet uğraşılardan
Özerol razıdır tüm dostlarından
Bir oldum ikide kalamadım dost

4 Eylül 2002-Malatya

Gece yazdım yazıyı
Geme aldım azıyı
Kimselere yazmasın
Yaradan kem yazıyı

Yazdım yazdım bitirdim
Destan sonun getirdim
Zarflayıp da pullayıp
Dostlarıma yetirdim

Beş Eylül İki Bin İki
Saat oldu on iki
Sayın Selimi Baba
Yazacaklar bitmez ki

5 Eylül 2002-Malatya

Sayın Selimi Baba,

Sanırım size ilk kez mektup yazıyorum. Kalemi elime aldığımda şiirle başladım, şiirle sürdürdüm. Şiirle bitirince de bir gün bekledim, bu satırları yazıyorum. Sağlığının yerinde olmasını, ev halkınızın da sağlık ve mutluluk içinde bulunmasını candan diler, saygı ve selamlarımla ellerinizden öperim.
1998 yılında Malatya Yorumu çıkarmaya bağladığımızda ilk sayımızda (69. sayı yeniden başladığımız ilk sayımızdır: 2 Haziran 1998) sizin Malatya’ya gelişinizi haber yapmış, “İnce Düşünceler” köşemde “Âşık Kendini Aşmalı” başlığı ile yazdığım yazıda sizi anlatmıştım. “Gördüm Sefil Selimi” yazımda Hekimhan yolunda karşılaşmamızı ve bunun üzerine yazdığım şiiri, “Malatya Yorum-Sefil Selimi” yazımda Uğur Kaya’nın hazırladığı yapıtınızı anlatmış, yapıtınızı tanıtmıştım. Nuri Dedenin evindeki notları da düzenledim ve hepsini birden size gönderiyorum. Yeniden saygı ve selamlarımla, hoşça kalın…

Süleyman ÖZEROL
Malatya, 5 Eylül 2002


1 2 Haziran 1998 tarihli Malatya yorum Gazetesinde İnce Dşüünceler köşemde, “Âşık Kendini Aşmalı” başlığı ile Âşık Sefil Selimi’nin Malatya ziyaretini ve düşüncelerini anlatmıştım.
2 Nuri Çakmak Dedenin evinde konuk olduğumuzda Seliminin bazı doğaçlama şiirlerini not etmiştim.
3 6, 7, 8, 9. dörtlükler Sefil Seliminin şiirlerinden bazı dizelere benzek (nazire) olarak yazılmıştır.
4. Ozan Cansever (Nevzat Topal), Ozan Birfani (Metin Özer), Ramazan Çiftlikçi (Yrd. Doç Dr. İnönü Üniversitesi), Malatya’daki arkadaşlarımız, dostlarımızdır.



              Gördüm Sefil Selimi

Sayın Sefil Selimi’ye…

Bir de baktım beyaz camda göründü
Şarkışlalı ozan Sefil Selimi
Televizyon Güneş Selimi güneş
Konuşurken gördüm Sefil Selimi

Adil’le Süleyman sağ yanındaydı
Mutsuz’la Birfani sol yanındaydı
Ramazan Çiftlikçi tam yanındaydı
Danışırken gördüm Sefil Selimi

Kevser ırmağında akan o idi
Kurt ile kuzuyu yayan o idi
“Haktır sevdiğimiz” diyen o idi
Yazar iken gördüm Sefil Selimi

Adil Ustadan da yeni saz almış
Malatya’mıza da hayli alışmış
“Sivas’a giderken yollarda kalmış
Bakınırken gördüm Sefil Selimi”

Otobüsten inip vardım yanına
Yıllık hasret gibi sarıldı bana
“Bulamadık” dedi hem yana yana
Yakınırken gördüm Sefil Selimi

Otobüs yürüdü yolda süzüldü
Özerol bu hale gayet üzüldü
Bu dizeler kaleminden döküldü
Okur iken gördüm Sefil Selimi *

6 Ağustos 1998





* S. ÖZEROL: Malatya Yorum, 18 Temmuz 2000

18 Aralık 2016 Pazar

Sanki de içten ağlıyorsun; fotoğrafın öyle diyor

Sanki de içten ağlıyorsun; fotoğrafın öyle diyor













Merhaba…

Geçenlerde yazışmamızda Nur Hanıma, “Bir gün Ankara’ya gelmeyi düşünmüyor musun? “ diye sordum.
“Oğlum Ankara’dan yakında yanıma gelecek” diyerek gelemeyeceğini belirtmiş oldu. Yine de birkaç cümle yazdım kendisine.
“Ankara ne kadar soğuk olsa da dost muhabbetleri insanın içini ısıtır. Belki bir gün gelirsin, muhabbetin koyusu olur. Eskileri öğreniriz senden; tarihsel konular, özellikle yerel sözcükler ve eskiyi… Çok yaşamış, gidip de geri gelmiş gibisin, çok şey anlatırsın mutlaka…”
Nur’un bazen yazdıklarını anımsadım; şiirler, küçük notlar, değinmeler…
“Yazılarını gönder de göz atayım, düzenleyeyim” dedim.
“Birisi, ‘Yazma, çok devrik’ dedi. Bir rehberim olsaydı…”
Düşündüğüm gibi oldu sanki.
“Düzeltebilir, düzenleyebilirim.”
“İyi buldum!” dedi sevinmiş gibi.
“Ben iyi bir rehberimdir…”
“Hah! Bunu bekliyordum!”
Bu işi yapabileceğime inandırmalıydım Nur’u, Arguvan Yolu dergisinde yayınlanan ve siteye eklediğim Sultan Kılıç’ın benim ile söyleşisi olan, “Tek kişilik Ordu” yazısının bağlantısını gönderdim.
“Yazan da bir bayan, su gibi okuyacağından eminim” diye yazdım.
Bir süre sonra, “Acaba ben Hekimhan’ın bir köyünde mi yaşasam?” diye sordu. Yanıt yerine sayfasındaki fotoğrafa bakarak birkaç cümle daha yazdım kendisine.

Yüzünde bir tedirginlik var
Gözlerin uzaklara bakıyor
Sanki de içten ağlıyorsun
Nedendir bilemem
Fotoğrafın öyle diyor


Kendisi de bana yanıt vermedi, okumaya dalmıştı belli ki…
“Sağda mı kalbin? Bu nasıl bir benzerlik?
Oraya kadar okumuştu demek ki…
“Hayırdır?”
“Babamın da sağdaydı…”
“Öyküsünü biliyor musun? Nasıl öğrenmişti?”
Sordum ama sanki de daha önce söz etmişti gibime geldi.
“Yıl 1979, hemşire olmuştum, 14 yaşındaydım. İzine gelmiştim ve yeni heves işte, tansiyon aletini de yanıma almıştım. Babamın tansiyonuna baktım, yok, alamıyorum .”Yok” da diyemiyorum. Ertesi sabah doğru şehre… Doktor baktı, dinledi anlaşıldı; babamın kalbi sağda... Böyle işte…”
“Bir sorunu var mıydı?”
“Saftı biraz…”
Sanki de bana söylüyormuş gibime geldi. Hani benim de kalbim sağda ya…
“Olsa bile dillendirmedi” dedi.
Benim ile birlikte sekiz kişinin kalbini sağda olduğunu öğrenme öykülerini anlattığı, “Ters Site/Kalbi Sağda Atanlar” adlı bir kitap derleyerek yayınlamıştım. Kitap ile birlikte kalbimin sağda oluşu ve konuyla ilgili söyleşiyi kapsayan, “Ben Aynadaki Gibiyim” adlı Malatya Söz gazetesinde Ferdi Durdu tarafından yayınlanan söyleşinin de bağlantısını kendisine gönderdim. Bağlantıyı okurken kendisi de bana bir müzik bağlantısı gönderdi. Açılmamıştı ve “yarın bakarım” diyerek sabaha karşı yattım. Ertesi gün bir etkinliğimiz vardı ve oraya gidip geldikten sonra yemek yedim, gönderdiği bağlantıya baktım. Zenci bir kadın şarkı söylüyordu ağlar gibi. İngilizce bilmiyorum ama acıklı bir şey olduğu kesindi.
İnternetteki videonun altında “Cesaria Evora/Sodade” yazılı idi. Ve bir açıklama vardı şiir girişli;

“Eğer bana yazarsan
Sana yazacağım
Eğer beni unutursan
Seni unutacağım
Döneceğin güne kadar”


Atlas Okyanusunda, Kuzey Batı Afrika açıklarındaki bir adalar ülkesi olan Cape Verde’de doğdu. Doğduğu yer Afrika’da sömürgeleri bulunan Portekiz’in yüzyıllarca üs olarak kullandığı bir yerdi.
Cesaria Evora, parlak sesi ve fiziksel çekiciliği hemen dikkat çekti, ancak bir genç kızken başladığı şarkıcılık yaşantısında umduklarını bulamadı. Barlarda şarkı söyleyerek annesine ve iki kızına baktı.

Nur, bu şarkıya yorum yazmış…

“Evet, hüzünlüdür şarkılarım. Morna, Cape Verde'nin geleneksel müziğidir. Aşktan, denizden, memleket ve sevgiliye duyulan hasretlerden, tutkulardan, talihsizliklerden bahseder. Belki biraz dünyaya kara gözlüklerle bakar. Biliyor musunuz, siyah en sevdiğim renktir benim...” (17 Aralık 2016)

Duvar
Açık alanlarda bile var
İnsan isteyince
Duvar her yerde var

İletişimi kesen
Gönülleri karartan
Kendi kendine bile örülen
Duvarlar var

İnsan
İnsan olduğu zaman
Her yerde
Duvarlar kalkar


Bugün bir şeyler yazayım dedim ve “duvar” aklıma geldi. Duvar işte, duvar olunca, bir şeyler diyemedim, Nur’u anlatmaya çalıştım.
Nur, senin kadar çekingen bir yapıya sahip değil ama içinde çok şey toplamış gibime geliyor. Eğer yazılarını gönderirse okuduğumda onun daha rahat hareket etmesine yardımcı olabileceğimi düşünüyorum. 

Bak Nur ne diyor?

Sen
Yılda on beş günlük izinlerini
Yedi gününü yollarda geçirip
Ulaşamayacağı sandığım
Köyüm
Memleketim gibisin.
Ağlattın beni bu gece
Hiç insan yanında ağlamadım
Belki ondandır içe ağlamam


Cesaria Evora ne diyordu?


“Eğer bana yazarsan
Sana yazacağım
Eğer beni unutursan
Seni unutacağım
Döneceğin güne kadar”


Ankara, 18 Aralık 2016

25 Kasım 2016 Cuma

Belki de 2017 benim yılım olacak…

Belki de 2017 Benim Yılım Olacak…
Merhaba…

Dağlar beni çağırdı geldim, kaldım ve döndüm. Yılın yarısı kadar bile köyde kalamadım.
Ne kayaları, ne dağarlı, ne Pir Sultan’ı, ne yaylaları ne de mağaraları gezebildim. Barık’ta ve Darıderesi’nde akan suyu, Alaçayır’ı, Kral Dağını, Çeki Baba’yı, Yığmaları, peribacalarını, bahçeleri ve daha pek çok yeri gezemeden geri döndüm.
Dağ keçilerini, geyikleri, keklikleri ve tavşanları da göremedim. Kargalar, güvercinler ve serçeler zurbalar halinde var iken bu yıl kırlangıçlara da rastlayamadım.
2014 Haziranında balkonda otururken tilki yolda dolaşıyordu. Hanım parkın kenarına yemek artığı dökmüş, gelip yedi, bir iki kez tur attı sokakta. Saat 21.00-21.30 arası idi fotoğrafını çekemedim. Ekmek attım, bir süre sonra tekrar gelip yedi, gitti. Hayvanlar aç, yiyecek bir şey yok. Bu yıl da köyün içinde evcil hayvan gibi dolaşan tilki ile zaman zaman karşılaştığımız oldu. Haziran sonunda köye döndüğümüzde evin birinde yavruları ile kalırken şimdi de yine bir başka evin bahçesinde yatıp kalktıkları söyleniyor. 29 Ekim günü Yukarı Saz Cem Evi açılışına giden Bektaş Altunok, bir gün önce yolun kenarında köpek gibi oturup kendilerini izlediğini anlattı.
Aşgarın Mustafa çift kangal köpeğini sattı. Şimdi Morhamam petrolü karşısında köpekler, zaman zaman buradan geçtiklerinde bakışarak hasret gideriyorlar. Köyde de başıboş dolaşan birkaç köpek ile çok sayıda kedi var.
Bu yıl hiçbir meyve ürün vermedi desem yanlış olmaz. Birkaç bahçedeki kayısı, erik ve cevizi saymazsak elbette… Üç yıldır meyve ağaçları bize küstü ya da biz onları küstürdük… Geçen yıl yaşanan yangının izleri de hala bahçelerde görülüyor.
Tarihi Ağpuğar çeşmesini Temmuz ayında basına dile getirdik ama sorumluların ruhu bile duymadı. 1890 yılında yapılan çeşmemizin kesme taşlarının arasında böğürtlen, ayrık ve çeşitli otlar bitmiş, neredeyse taşları eritecek bu bitkiler. Diğer yandan önünün düzenlemesi de hala yapılmış değil.
Ana cadde imece ile kilit taş yapıldı ama
Yaklaşık çeyrek yüzyıl önce yapılan sokak asfaltı tamamen bozuldu. Aslında sokakları da imece ile kilit taş yapacaktık, büyükşehir’e bağlanınca kaldı, büyükşehir olduk olalı pek çok hizmet de durdu gibi. …
Çeki mezramızın Hekimhan-Arguvan asfaltına bağlayan yolu iki yılda iki kez asfalt yapılmasına karşın, 500 metrelik Mıroğlar mezrası yolu hala öyle duruyor.
Kentten buraya döneceğim sıradaki, “Şehrin isi pası usandırıyor” söylemimi yineleyeceğim. Ancak her ne kadar isi pası usandırsa da şehrin kültür sanat ve edebiyat etkinliklerinin yoğunlaşması ve kitap hazırlamam için çağrılar beni çekmeye yetiyor.
“Özlemim bahara kalsın”, “Şehrin isi pası usandırıyor”, “Dağlar beni çağırıyor” derken mektuplar, şiirler yazmayı da sürdüreceğim.

Otuz üç yıl önce başladığım köyüm ile ilgili “Yenilenen Köy Ballıkaya” kitap çalışmasını da artık 2017’de tamamlamak istiyorum. 
Belki de 2017 benim yılım olacak…

1 Kasım 2016 Salı

"Yol ikidir hangisine gideyim"




"Yol ikidir hangisine gideyim"

Merhaba,
Uzun süredir yazmak istiyordum, ancak Eylül ve Ekimi geride bırakırken ve Kasım soğukları yaklaşırken yazmayı denemek istedim.
Neden yazamadım acaba?
Anıları, acıları anımsatmayı sevmediğimden olsa gerek...
Yine de kalemi ne zaman elime alsam hep gerilere gidiyorum, acılara bandırıyorum düşüncelerimi.
Birkaç gündür hava o kadar güzel ki boğazımdaki ağrıyı neredeyse unutturuyor. Ama yine de evden çıkamadım.
Akşamları hava iyice soğuyor. Bazen kar soğuğunun andırıyor. Yükseklere de kar yağdığı söyleniyor. Sobayı kuralı da üç hafta oldu. Soğuklar zaten Eylülde başlamıştı. Bu kışın çok şiddetli geçeceği de söyleniyor.
Şiddetli dedim ya bu "zorlu" anlamında. Zor, yani dağların dayanamadığı (Zora dağlar dayanmaz)...
Aslında zorlanmadan çok çabayı anlatmak istiyor bu atasözü. Yani çalışmayı, çabayı, emeği ve bunların pek çok şeyi çözebileceğini...
Yolların da zoru var elbette...
Yolların zorunu aşan, "başardım" diyebiliyor.
Bazen yollar bizim için başlangıç olurken, bazen de son olabiliyor.
Başarıya götürebildiği gibi bazen de başarısızlığa götürüyor.
O kadar çok yol var ki sonuçta insanın amacına ulaşmada birleştirmesi gerekiyor yolları. Geriye iki yol kalıyor. O zaman da bizim yörenin türküsü devreye giriyor. Türküde ne diyordu?
"Yol ikidir hangisine gideyim"
Hangisine giderseniz gidin, bir sonucu olacaktır mutlaka.
Bazen mutluluk, bazen mutsuzluk, bazen ayrılık karşınıza çıkar. Amma velâkin yoksulluk başkadır. Hele hele mahpusluk, özgürlük...
İdama götüren yollar vardır, mezara götüren...
Batağa götüren, düzlüğe çıkaran...
Nereye götürmez ki yollar?
Tarihsel ikilem yine karşımıza çıkar…

Ve sen yoksun, bugün 1 Kasım 2016…
Bugün benim doğum günümmüş…
Nüfus cüzdanıma 1 Kasım 1953 yazılmış.
Babam, nüfusta böyle yazsa da aynı yılın aralık ayının üçüncü yarısında doğduğumu söyler.
Öyle ya da böyle altmış üç yılı geride bıraktık.
Eğer Avrupa’da yaşasaydım ancak yeni emekliliği hak edecektim. Oysa on dokuz yıl önce emekli oldum. Acaba dünyanın kaç ülkesinde kırk beş yaşında emekli olunuyor dersiniz?
O gün bu gündür sanki de öğretmenlik devam ediyor. Öğrenciler yerine kocaman bir halk kitlesi var karşımda. Hatta teknolojinin getirdiği özelliklerden dolayı dünyanın pek çok yerinden insanlar da var.
Daha çok bilim, kültür ve sanat olayları ile bu alanda uğraş verenler hakkında yazıyorum. Bilim başta olmak üzere kültür ve sanatın tüm insanlığı ilgilendirdiği bir gerçek; bir ülkenin bu alanlarda yaptıkları ile dünyaca tanınacağı da…
Bilim, kültür ve sanatı geleceğe taşımada, dünyaya duyurmada, ülkemizi tanıtmada çaba gösterenlerin olumsuz davranışlarla karşılaştığı ülkemizde gazeteci olmanın da zor yanarlı var elbette. Beşinci güç olarak, sırtını halka dayamak yerine var olan iktidarlara dayayan siyasetçi, polis, asker, hâkim, savcı ve daha başka mesleklerin rolünü üstlenen gazetecilerin olduğu ülkemizde demokrasinin gerçek anlamda özümsenmediğini söylemek yanlış olmasa gerek.
Bütün bunlar bir yana; “Yokluğun cehennemin öbür adıdır” demiş Ahmed Arif.
Ve yine o türkü aklıma gelir;
"Yol ikidir hangisine gideyim"
Söyle, sen hangisinde isen ben de o yana gideyim…

Selam ve sevgilerimle…

4 Ekim 2016 Salı

Günü doldurmak değil mi yaşam?

Günü doldurmak değil mi yaşam?

Merhaba,
Uzun zaman oldu yazmadım, zaten sen de yazmıyorsun...
Acılardan, sorunlardan uzaklaşıp biraz kendimden, biraz da köyden, köydeki günlük yaşamdan, geçmişten söz edeyim.

2 Ekim 2016… Ali Adıgüzel’in Deli Hacı yazısını yeniden düzenleyip Ersoy Eren’e (Arguvan Haber) gönderdim. Ali Adıgüzel’in Arguvan Haber’de yayınlanan tüm yazılarını da gözden geçirdim. Elektrik kesildi, evden çıktım. Evin önündeki güllerin, parkta da teker çiçeğinin fotoğrafını çektim. Parktan geçip Mustafa Arı’nın anılarının bilgisayar çıktılarını evlerine bıraktım. Ana caddeden dönüp kahveye uğradım. Bir süre sonra Havuzbaşı Mangal’a gittim.
Hava artık soğuduğundan havuzun çevresindeki sandalyeler kaldırılmış, üstü kapalı yerdekiler bırakılmıştı. Müşteriler vardı orada, ben de kayısı ağacının altındaki masere taban taşı ile yapılmış masanın yanına oturdum.
Sağ yanımda masere taşı, döven, karşımda şahra ve yabalar, arkasında çatma ve yayık vardı. Bütün bunarlın geçmiş yıllardaki işlevini düşündüm. Tahılların tarladan harmana getirilmesi, sap saman ve tanenin ayrılması, bulgur ya da yarmanın maserede dövülmesi, yayık ile yoğurt yayılması ve daha başka yakın konuları anımsadım. Kalemimi defterimi çıkarıp yazmaya başladım.

Tarladan Sofraya…


Orak ya da tırpan ile tarlada biçilen ekinler desteler haline getirilir. Şahra denen karşılıkla çift merdiven benzeri, kenarlarında destek dalları olan düzenek çoluklardan geçirilen iplerle sıkıştırılır. Semer gibi at ya da eşeğin sırtına palanın üzerinden yüklenir. Böylelikle harmana taşınır.
Kayısı ağacının altına eğimli olarak yerleştirilmiş dövenden söz edelim. Önü kalkık duran dövenin altında bilmem kaç sıradan oluşan çakmak taşları tarladan harmana getirilen tahıl ya da bazı baklagillerden ürünlerin sap saman haline getirilmesinde kullanılır.
Malamga adı verilen karışım tığ adıyla yığılır, yabalarla savrularak sap saman ile tane ayrılır. Sarat ya da gözer ile elenir, ot tohumları ve diğer yabancı maddeler temizlenir.
Şurada duran masere taşı eski Ballıkaya’da Polis İsmail’in evinin önünde bulunan maserenin taşı. Önümdeki de zaten maserenin taban taşı. Özellikle at koşulur ve pervane gibi döner, taşı da döndürür ve bulgur ya da yarmanın kabuğu gevşetilirdi. Sonra kurutulur, savrulur ve elenir kışlık olarak kaldırılırdı. Bulgur ile pilav, köfte, çorba gibi yiyecekler, yarma ile de yarma aşı ve katıklı şoğra yapılırdı. Köy sofralarımızın başyemekleriydi bunlar…
Buralarda ayrana katık denir. Peki, katık nasıl yapılacak
Yoğurdun yayıkta yayılması gerekir. Bunun için de eskiden kızılkavak ile tabaklanmış deri yayıklar kullanılırdı. Daha sonra ise şahranın arkasında duran üççatallı çatmaya asılmış teneke yayıklar kullanılmaya başlandı. Ardından yayık makineleri çıktı.
Çatmanın üzerinden bakınca Ballıkaya’nın evleri ve daha arkada sıra kayalar görünüyor.
Batıdan doğuya doğru sıralarsak Dalkayalar, İki ağızlı Mağarası, Kurşaklı, Ballıkaya, Büyük Mağara, Kuşboku batmakta olan güneşin ışıklarının etkisi ile kızıllaşmış ve sıra halinde, hafif sis var…
Kaya kuşağı ile Ballıkaya arasında ekim ayı olmasına karşın meşe ağaçlarından oluşan hala yemyeşil orman kuşağı var.
Yaklaşık 1600 rakımdayız.
Havanın temiz, oksijenin bol, suyun içimli olduğu Ballıkaya’dayız…
Daha ne istiyoruz?

Hüseyin Başaran…

Notları yazmıştım ki Hüseyin Başaran geldi. Tanıyorsun Hüseyin Başaran’ı. Meslektaşım… Yazar, çizer, çalar, söyler…
Ameliyat işi Çarşambaya kalmış. Seyrani yanına uğramış, anı kitabını bastırmak istiyormuş. Malatya’da epey yazı yazmış. “Dedemi yazdım” dedi. Bir süre sonra alıp kaydeedceğim.

Halk Ozanları Kültür Derneği Başkanı hemşerimiz Kenan Şahbudak’ı aradım Hasandede’de imiş. Hüseyin Başaran da konuştu.
İnönü Üniversitesinden Yrd. Doç. Dr. Ramazan Çiftlikçi’nin babası vefat etmiş, duymamışız, aradım, başsağlığı diledim.
Hüseyin Başaran Ümit Sarıaslan’ı aradı, cevap yok. Dizeleri ona göndermemi istedi.

“Yaralandım bilmem hangi yaradan
Senin gibi güzel mola yaradan”

Belki bilmiyorsun, Hüseyin Başaran adına bir site açtım. Hakkındaki yazımı, kendi yazısı “Yanıyor Anadolu”yu ekledim. Her on beş günde bir yazı ekleyeceğim. Fotoğraf eklemek istediğimi söylediğimde “Kadir’in çektiklerinden ekle” dedi. Önce siyah beyazlardan başlayacağımı söyledim, “tamam” dedi. İzin isteyip eve döndüm, yemek yedikten sonra okuma ve yazma çalışmalarımı sürdürdüm sabahı karşılayarak…

Günü doldurmak değil mi yaşam?
Bugünü de böyle doldurdum.
Zaten boş geçirmek istemiyorum anı…

Selam ve sevgilerimi iletiyorum…


29 Eylül 2016 Perşembe

Necati Dikmen'e Mektup

Necati Dikmen'e Mektup


Bu mektubu Sayın Necati Dikmen'e on yıl kadar önce göndermiştim, yanıtını alamadım. Belki bu kez yanıt gelir diye düşünüyorum.


Sayın Dikmen,

1989 yılından buyana halk kültürü derleme ve araştırmalarımı sürdürmekteyim. Bir andan da yayınlayarak okurlara ulaştırmaktayım. Son beş yılda Malatya Müzik Kültürü ve Gönüllü Kültür Adamları dosyalarıma ağırlık vermekteyim. Çalışma alanımda yaşamöyküleri önemli yer kaplıyor, aynı zamanda öncelik taşıyor.
Kültür-sanat adamları ve kurum-kuruluşları ile ilgili olarak düzenlediğim soru ve anket formları aracılığı ile edindiğim bilgileri düzenliyorum ve kişilerin kontrolünü-onayını sağladıktan sonra belgeliğime kaydediyorum. Gerektiğinde çeşitli yayın organlarında yayınlıyor, etkinliklerde yararlanıyorum. Araştırma inceleme yapanlara, tez-ödev hazırlayanlara da yardımcı oluyorum.
Sayın Dikmen, size şairlerle ilgili formu gönderiyorum. Ayrıca iki konuda sorularım olacak.
1. Malatya kent merkezi ile ilgili sorular.
2. Şemsi Belli ile ilgili sorular.
* Malatya kent merkezinde doğmuş, yetişmiş bir birey olarak çocukluğunuzun Malatyasını kısaca anlatır mısınız? Sizde iz bırakan kültür-sanat olayları-kişileri, tipleri, yerleri (Halkevi, sinema, dernekler), basın yayıncılar v.b...
* Malatya ile ilgili destan-şiirinizde belki de bu konuların tamamına yakınının yanıtları vardır. Bu şiirde anlatmak istediğinizi birkaç cümle ile özetler misiniz?
Şemsi Belli ile çocukluğunuzdan itibaren birlikteliğinizi dile getirmiştiniz. Ayrıca dayı-yeğen ilişkiniz var ve aileden sayılırsınız. Onu en iyi tanıyan kişi olduğunuzu söyleyebiliriz sanırım. Bu bağlamda; telefonla katıldığınız televizyon programı, birkaç kez telefonla konuşmamız ve İstanbul’daki birkaç saatlik birlikteliğimiz süresince belleğimde yer eden bazı konuları daha da açarak pekiştirmek amacıyla sorularım olacak.
* Şemsi Belli genellikle “şair” olarak tanınıyor. Onu araştırmacı-gazeteci, yazar, halk kültürü araştırmacısı, radyo-televizyon programcısı, oyun yazarı, siyasetçi, yayıncı özelliklerini harmanlayarak tanıtmak isteseniz, neler söyleyebilirsiniz?
* Geleneksel kültür (halk kültürü) ve burjuva kültürüne bakış açısını nasıl değerlendirirsiniz?
* Bazı şiirlerinde yerel söyleyişi (şiveyi) kullanması konusunda neler söyleyebilirsiniz?
* Aşağı-Yukarı Atma, Alevilik, Birlik Partisi serüveni konularını dikkate alarak etnik-dinsel bakış açısını nasıl anlatabilirsiniz?
* Arapgir-Arguvan ikilemi var mıydı?
* Arguvan türkülerini nasıl değerlendirirdi?
* 1995 Ağustosunun son günlerinde telefonda konuştuğumuzda bizim köyden (Ballıkaya) geçerek İğdir köyüne, oradan Hekimhan-Hasançelebi köylerine gittiğini anlatmış; o günleri içlenerek anmıştı. Hekimhan yöresi ile ilgili anlattığı ilginç anıları var mıydı?
* Âşık Hasan Turan hakkındaki anlatımlarını yazabilir misiniz?
* Bestelenen birçok şiiri var. Bu konuda araştırma-inceleme çalışması ve yayın yapıldı mı?
* Halk şiiri tarzında yazmış olduğu bazı şiirlerinin geleneksel türkü gibi değerlendirildiğinden söz etmiştiniz (Etek Sarı, Deli Gezen...). Etek Sarı şiirini ve öyküsünü yazabilir misiniz?
* Düz (mensur) şiirlerinin de diğer şiirleri gibi genç kuşağı etkilediğini biliyoruz. Bu etkiyi nasıl açıklarsınız?
* Bazı politikacıların halka ayrı, basına ayrı demeç vermesi ile ilgili bir gazetecilik olayından söz etmiştiniz. Kısaca anlatır mısınız?
* Çevresinde yetişen şairleri-yazarları sıralayabilir misiniz?
* Ailede Şemsi Belli geleneğinin sürdürülmesi konusunda çok kısa olarak neler söyleyebilirsiniz?

Sayın Dikmen,
Cem Yalçınkaya adıyla yayınladığınız kitap, uzun zaman önce yayınlanmış olması nedeniyle güncelleşmeyi beklemiyor mu? Örneğin; 40. yılında yeni eklerle ve yeni biçimi ile yayınlamayı düşünmüyor musunuz?
Oldukça çok soru sordum size. Bazılarının yanıtları formdakilerle örtüşebilir de... Belki oldukça uzun zamanınızı alacak ve yorulacaksınız. Belki de hiç yorgunluk duymayıp zevkle yazacaksınız. Öyle ya da böyle yazmanızın zahmete değeceğine eminim.
Yanıtlamak istemediğiniz sorular varsa geçebilir, eklemek istediğiniz varsa yazabilirsiniz. Ne kadar çok açıklama olursa o kadar işime yarar. Ancak; elbette ki takdir sizin...
Saygı ve selamlarımı sunar, mutlu ve sağlıklı günler dilerim.

5 Mayıs 2007
Süleyman ÖZEROL

ADRES: ...

5 Eylül 2016 Pazartesi

Gözlerin Aklıma Geldi

Gözlerin Aklıma Geldi


Selvi Dalım Merhaba,

Bugün 4 Eylül 2016…

Bir kez gördüğüm
Unutamadığım
Güzel gözlüm
Tatlı sözlüm
Merhaba!


Yine sesini duymak, o yerel söyleyişin ile kurduğun devrik cümlelerinle konuşmanı dinlemek istiyorum.
Bir zamanlar sık sık arar, sorar, duygu ve düşüncelerinden söz ederdin. Günlük olayları konuşur, tartışırdık. Son zamanda aramaların azaldı…
Doğuda olaylar bitmiyor ama senin yaşadığın kentet fazla olay olmuyor sanırım. Orada yaşamaktan memnunsun, demek ki o kenti seviyorsun.
Kitap kapağında kullanmak için gözlerinin fotoğrafını istenmiştim, sen de babanın razı olmadığını, “Kendi kitabının kapağında kullanırsın” dediğini belirtmiştin. Gönderdiğin fotoğrafta gözlerindeki ışıltıyı unutamıyorum. Ama altındaki acıyı da…
Acıyı en iyi gözler belli eder. Acının destanı gözlerde saklıdır…
Hani Karaköprü’den ev alacağını, oraya yerleşeceğini belirtmiştin, ancak oradan kopamadın. Belki de orada yaşaman kendi memleketinde olmaktan daha iyi. Orada mutlusun demek ki?
Urfalılar, Urfa’dan çıkınca sanki yaşayamayacaklarmış gibi bir düşünceye sahipti. Hani balığın sudan çıkınca yaşayamadığı gibi…
Ama seni kendisini yuvadan dışarı atmış bir yavru gibi düşünüyorum. Sen yaşam mücadeleni yalnız başına da olsa sürdürmeyi öğrenen bir melek gibisin.
Bana yazdıklarından birkaçını göndermiş, “Hem yazılar hem şiirler var” demiş, yenilerini göndereceğini belirtmiştin. Bekliyorum, uzun zaman oldu, yaz, gönder…
Yine gözlerin aklıma geldi Selvi Dalım. Kısas’tan Siverek’e sürgün gittiğimde pek çok şiir yazmıştım, bunlardan birini yazayım.

Uzaklardaki Serap

Kıpırtısız ışıl ışıl
Gözlerin parlıyordu
Aralanmıştı dudakların
Sanki davetimi bekliyordu

Oysa uzaklardaydın
Urfa’da sabah oluyordu
Güneş Harran’a yayılırken
Hayalin kayboluyordu

Böcekler bile susmuştu
Gökyüzüne hortumlar uzanıyordu
Benim burada yüreğim
Harran’da doğa kahroluyordu

Islanmıştı kirpiklerim
Damlalar yol alıyordu
Gözlerim uzaklardaki serapta
Hayalini arıyordu


Siverek, 4 Eylül 1981
Bekliyorum Selvi Dalım…
Yazmanı bekliyorum.
Oktay Akbal ne demişti?
“Yazmak yaşamaktır”
Bekliyorum…
Yaz…

13 Ağustos 2016 Cumartesi

Gözlerindeki Hüznü Yok Etmek…

Gözlerindeki Hüznü Yok Etmek…














Merhaba,

Bahçedeki dut ağacının altındaki çimenlerin arasında kardelenler çıkmıştı yine her yaz olduğu gibi. Çok geçmeden boynunu büken kardelenler seni anımsatıyordu.

2009 yılındaki yalancı yazın ardından uzun zaman sen den haber alamayınca 1 Eylül 2013 günü “Kardelenim” başlıklı bir şiir yazmıştım, onu da anımsadım.

“Saf, duru, sevecen, duygulu
On altı yaş tazeliğindeydin”

Seni göremediğim aradan geçen beş yıldan buyana boş durmadım. Derleme ve araştırmaları sürdürdüm. On iki kitap yayınladım, onlarca kitap düzenledim, yayına hazırladım, çoğunun kapağını da ben yaptım. Çok sayıda öğrenciye, araştırmacıya ödev, tez, araştırma konularında yardımcı oldum. Türkiyem TV’de 18 programda çeşitli sanatçıları söyleşi yaparak tanıttım. Halk Ozanları Kültür Derneği (OZAN DER) üyelerinden elliye yakınının yaşamöyküsünü söyleşi biçiminde çekim yaparak belgeledim.

Aklıma ne geldi biliyor musun? Emekli olduğumda yazı işleri müdürlüğünü üstlendiğim Malatya Yorum gazetesindeki ilk günlerimiz…

1998 yılının Haziranından itibaren Malatya’da gerçek anlamda araştırmacı gazeteciliğin örneğini vermeye çalıştık. Bu işi amatör ama profesyonel gibi hareket ederek yaptık. Çünkü hiçbir zaman maddi karşılığı olmadı, tam tersine cebimizden harcadık. “Para kazanmak isteseydik dükkân açardık” sözüm başyazarımız Asım Demirkök’ü güldürmüştü.

Senin ile o zamanlarda tanışmıştık. Doksanların sonları, iki binlerin başları, ok yoğun dönemlerdi. Çok geçmeden gazetemizden arkadaşlarımız ayrılmaya başladılar ve kala kala Yaşar Karaaslan ve Ali Efter Ökdemir ile kaldık. Zaten başlangıçta da üçümüz vardık.

Teknolojinin gelişmesiyle birlikte haftalık gazetemizin işleri de yavaşlamaya başlamıştı. İnternet ile haber ve yazılara anında ulaşan okurlar bir hafta beklemiyorlardı. 2011 sonbaharında nasıl ki senin ile iletişimimiz kesildiyse, gazetenin yayını da son buldu.

Bir süre Malatya Hâkimiyet gazetesine yazdım. Malatya’da Basın İlan Kurumu Şubesi kurulup da on beş olan gazete sayısı beşe düşürülünce, yani gazeteler birleştirilince gazetenin adı Malatya Söz oldu ve bir süre ara verdikten sonra devam ettim. Dolayısıyla 1993 yılında başlayan İNCE DÜŞÜNCELER köşem on üç yılı doldurmak üzere…

Senden haber alamama karşın bunca yoğun yazma ve diğer uğraşlarımın yanında sana bir şeyler yazmak istediğimden dolayı bu dizeler sıralandı.

Nerelerdesin, ne yapıyorsun, nasılsın bilemiyorum. Ancak merak ettiğimi belirtmek, sana ulaşmak ve söyleşilerimizi yinelemek istiyorum. Bu mektubumu okur musun bunu da bilemiyorum.

Her zamanki güzel dileklerimi senin için de sunuyor, selam ve sevgilerimi iletiyor, gözlerindeki hüznü yok etmek için öpüyorum.

Yanıt vermeyeceğini biliyorum ama yine de bekliyorum.

Hani Orhan Murat Arıburnu ne demişti?

Dünya döndükçe
Umut fakirin ekmeği

Ye Mehmet ye
Ye Mehmet ye
Ye Mehmet ye!


Ballıkaya, 13 Ağustos 2016

13 Temmuz 2016 Çarşamba

Doğa ve İnsan Birbirine Gerekli...

Doğa ve İnsan Birbirine Gerekli...
Ballıkaya 10.09.2015
Süleyman ÖZEROL

Merhaba,

Yeniden mektup yazacağımı belirtmişim. Dün akşam başlangıç yaptığım mektubu bugün tamamladım.

Dün gökyüzünün rengi gri kırmızımsı bir renk almıştı. Önceki gün de evin önündeki üzüm asmasının üzerinden, ceviz dalları arsından görünen güneydoğu yönündeki dağlar güneşin batmasına karşın hala sis altında gibi görünüyordu.

Suriye’den gelen çöl fırtınasının yarattığı toz bulutunun buralara kadar etkili olduğu öne sürülüyor.

“Toz bulutu güney illerini sarıya boyadı. Suriye'den gelen toz bulutları Türkiye'nin güneyindeki illeri sarıya boyadı. Toz bulutu nedeniyle nefes almak zorlaştı, bazı vatandaşlar maskeyle dolaştı, uçak seferleri iptal edildi.”

Toz bulutunun Hatay, Adana, Gaziantep, Adıyaman, Kahramanmaraş başta olmak üzere iç bölgelere kadar yayıldığı anlaşılıyor.

Bu sis, bu kirli hava aklıma 24 Temmuz 2015 günü Bicir Kültür Merkezi Cemevi açılışına yaşadıklarımızı anımsattı.

Akşamüzeri dönerken bindiğimiz araba Hekimhan-Arguvan yol ayrımına girince yolun ortasını işgal etmiş gibi pek çok araç gerecin bulunduğu ortamda önümüze yüklü bir kamyon direksiyon kırdı ve tartıya girdi, neredeyse çarpışacağız. Yoldan ve şantiyeden kalkan toz dumandan göz gözü görmüyordu.
Bu şantiyenin yolu ve çevreyi ne kadar olumsuz etkilediği ve hemen her gün burada sorun yaşandığı öne sürülüyor. Daha üç gün önce aynı yoldan gidip geldik, hatta fotoğraf da çektim. İlçede burada bir kaza olduğu, yetkililerin uyarıldığı da söylendi.

Yoldan geçerken arabanızın camı açıksa tozdan boğulur duruma gelirsiniz mutlaka. Arabanızın rengi koyu ise birden bire beyaz ya da gri bir renk aldığını görürsünüz. Burada şantiyeden ve yoldan yayılan toz bulutunun Hasan Lüleci Fidanlığı başta olmak üzere, bahçelerdeki ve çevredeki ağaçların, otların, doğal yapının bembeyaz bir örtü ile kaplanmış kış manzarası görünümünde olduğunu da…

Bugünlerde ülkemizin içinde bulunduğu olumsuz siyasi ve terör ortamı yeteri kadar rahatsızlık verirken bir yandan da böyle çevre sorunlarını yaşamak, doğanın katledilmesine tanık olmak san duygusal ve edebi cümleler yazmamı zorlaştırıyor.

Doğa ev insan birbirine gerekli..

Doğal dengeyi bozan insan bilerek kendi sonunu hazırlıyor.

Ne yazık ki, çok kötü durumlar yaşıyoruz.

Ey sevgili,

Sana sevgi dolu güzel sözcüklerle bezenmiş bir mektup yazamadığım için bağışla…

Yine yazacağım.

Sevgiyle kal…

10 Eylül 2015, Ballıkaya

8 Temmuz 2016 Cuma

Çok Şey Söylenmeyende Gizlidir

Çok Şey Söylenmeyende Gizlidir


Süleyman ÖZEROL

Merhaba,

Birkaç cümle ile sana ne söylesem ki? Düşündüklerimi yazarak anlatmanın oldukça uzun bir koşu gibi olacağını düşünüyorum. Belki oturup konuşmuş olsaydık, bir şeyler anlatırdım.

Geri çekilmiş, beklemede, yelkenleri indirmiş, daha bir ağır düşünüyorsun. Kolay şeyler yaşamadın, çok savaştın. Yorgunsun, yaralısın, kırgınsın, iyileşmeye çalışıyorsun. İyileşeceksin elbette…

Ne demiştin? “Kırkından sonra öğrenecek şeyler de varmış…”

Evet, öğreniyorsun…

“Kırmamak, üzmemek, kaybetmemek..."

Hangi insan sevdiğini kırmak, üzmek, kaybetmek ister

Oysa çok şey söylenmeyende gizlidir. Ya da her şeyi söylememek konusu… Yeri gelince pek çok şey söylenir yine de... Sevdaya, yarına, umuda, yaşama dair…

Gördün mü; ne kadar şey söyledim sana. Bir gün de başka şeyler söylerim…

Evet...

Bazı şeyleri insan kırkından sonra da öğreniyor. Beş yıldır görmediğim bir bayan arkadaşımın bir şiiri var.

"Kırkıma gelince anladım" demişti

Kırkıma Gelince Anladım


Yanlış dediğimiz şeylerin çoğu,
Aslında cesaret edemediklerimizmiş.

Günah dediklerimiz,
Sonuçlarına katlanamadığımız eylemlerimizmiş.

Sessiz çığlıklarımız, içimizi yırtarmış
Ağrılarımız, hayat yanıklarımız kadarmış

Yaşayamadıklarımız,
Bu yaşlarda hayat bulmak istermiş

Yaşlanan, sadece derimizmiş
Derinliklerimiz değilmiş

Yüzümüzdeki çizgiler,
Bizi yırtarak çıkan eylemlerimizmiş

Saçımızdaki beyazlar,
Aklanmayı bekleyen karanlıklarımızmış

Yaşadıklarımız,
Güldüğümüz ve ağladıklarımız kadarmış

Ve ölümü özlemek,
Yaşamaktan yorulmakmış.


Günün her bir gün sonrası, bir gün öncesini aratıyor. Zaman bir at gibi şaha kalkmış, gem tutmuyor. Akıyor sanki su gibi, uçuyor sanki rüzgâr gibi...

Uzun zaman yazamayacağım belki de…

Yaz beni tembelleştiriyor galiba?

Kırk bir yana, altmış bir yana, seksen bir yana…

Yıllar geçiyor işte…

Yıllar geçiyor…

22 Haziran 2016, Ankara

27 Haziran 2016 Pazartesi

Sana Veda Etmeden Gideceğim








Sana Veda Etmeden Gideceğim

Süleyman ÖZEROL



Merhaba,
Sana veda etmeden gideceğim.
Vedalar elvedalara denk gelir, yalnızca gideceğim.
Dağlar beni çağırdı…

Ayranca’da, Pir Sultan’da ardıçlar, Kayabaşı’nda kevenler, Barık’ta savulan sular, sıra kayalar, sıra kayalarda mağaralar, Kayadibi’ndeki meşe ormanı ve Hekimhan-Arguvan karayolunun altındaki köyüm Ballıkaya beni çağırdı.


Dağlar beni çağırdı…
Yamaçlarda, tarlalarda boy atmış kengerler, anık, çaman, kuşkuşum ekmeği, yemlik, yarpız, kızoğluk, çarık piri; alıç, süslülük, mamık, kayısı, dut, elma, armut, vişne, kir
az, erik, ceviz… Ve daha pek çok meyveye tat vereceğim…

Dağlar beni çağırdı…

Dağ keçileri sekecek koyaklarda keklikler havalanırken. Yuvalarına çamur sıvayacak kırlangıçlar. Ötüşleri hayra yorulmayacak saksağan dedikleri alacakargaların. Guruldar gibi ötüşecek güvercinler. Onlara bakınıp güleceğim…

Dağlar beni çağırdı…
Bakacağım Kayabaşı’ndaki kuyuya. Gökyüzü içine düşmüş sanki de, o mavi hiç bir yerde yok.
Baharda bembeyaz akan Barık’taki suyu özleyeceğim.
Acımsı gözlerine bakarken, gözlerimin izi kalacak içinde. Soru işaretleri yaratacak ama hiç bir şey demeyeceğim, yalnızca gideceğim…

Gideceğim…
Asfalttan güneye dönünce biraz ileride solda Meyrey’in gözeden gelen suyun aktığı havuzu, sağda “M. Seyfi Oktay Bulvarı” levhasını göreceğim. Elbirliği ile kilit taş döşediğimiz bulvardan ilk dönüş köyün üst bölümüne gidiyor. İkinci ve üçüncü sokaktan sonra da köyün erik bahçesini göreceğim. Hemen ilerisinde de Atatürk Parkının yemyeşil çamlarını…

Erik bahçesinin bitiminde Aşgarın Mustafa’nı evi ve buradaki bir çift kangal köpeği dikleşip havlayacak. Aldırmadan geçeceğim, solda evler yan yana dizilirken, sağda bir sokağı daha geçip dört yol olan yere geleceğim. Sağ köşede muhtarlık binası, sol yanında sağlık ocağı, onun solunda Şah İbrahim Veli Ocağı Karadirek, sol girişte yolcu bekleme yerini göreceğim. Yerler çekirdek kabuğu, çöp kutusu şişeler ve benzeri şeylerle dolu olsa da biraz soluklanacağım.

Sağa dönüp altıncı evde Uzun Ali’nin bakkalı ve kahvesini göreceğim. Güzel çay demliyorlar, oturup en az birkaç çay içeceğim.

Biraz daha ileride, batı yanda kuzey-güney doğrultusunda uzanan caddeye çıktığımda Vayloğ Dede türbesini, güneye dönünce de uzaklarda Girmana Dağlarını göreceğim.

Bir sokak geçtikten sonra Telekom’un kulübesini geçip kilit taş döşeli bulvara çıkacağım. Numan Koç’un Havuzbaşı Restoranının yanından geçerek Kösharmanı’na varacağım. Karşımda Öğeçe, Yazır, uzaklarda Bakırpuğar, Keltepe, Göğürme, Kral Dağı, Çeki Dağı…

Sağa dönüp Ballıkaya’nın eski yerleşim yerine doğru ilerlerken Ballıkaya Canlı Alabalık işletmesinin yanından geçeceğim. Birkaç dakika sonra tarihi Ağpuğar çeşmesinin şırıltısını duyacağım. Taç çatısında kancalarla birlikte görünen karamuk kökleri belki de bir gün taşarlı eritecek kim bilir?

Çeşmenin karşısında otuz yıl önce göçülerek terk edilen Ballıkaya’nın eski yerleşim yeri yıkıntı durumunda. Bazıları ağaç dikmiş, bostan ekmiş peğlere. Bazıları ise elini bile vurmamış.

Doğuda kanalizasyonun karıştığı Mezirme Deresi akıyor. Batıda İğdir yolu uzanıyor. Güneyde bahçeler alabildiğine yemyeşil. Karşıda Öğeçe, Küroğlu, Yukarı, Orta ve Aşağı Mezarlık.

Güneybatıda okulun yıkıntısı beton olduğundan hala duruyor. Orta yerde Şah İbrahim Veli Ocağı Karadirek’in eski yapısı dört duvarı ile görünüyor. 1957 tarihli kapı üstü yazısı ve besmele de duruyor. Sekiz bin yıllık Aslantepe’de kerpiç yapılar ayakta iken, nedense bizim köylüler altmış yıl önce yapılan Karadirek binasını koruyamamışlar. Kalsa idi bari köy mimarisinin bir örneği olarak görülürdü.

Sen köye uzun zamandır gelmediğinden biraz olsun söz etmek istedim. Belki çocukluğun da burada geçmiştir. Ancak aradan geçen bu kadar uzun zamandan geçti ve çok şey değişti. Köy eski köy değil, her şeyi değişti. Yok oluyor diyebiliriz. Belki yakın gelecekte bir tarla ya da mera görünümüne bürünecek eski Ballıkaya. Eski adı Mezirme’yi de unutacaklar...

Otuz üç yıl önce incelemeye başladığım “Yenilenen Köy Ballıkaya” çalışmama bu yıl noktayı koyayım diyorum. Birkaç kişi destek sözü verdi ama ben kendi başıma halletmeliyim bu işi diyorum.

Bayramda bekliyorum…
Selam ve sevgilerimi iletiyor, sağlıklı ve güzel günler diliyorum.

Yalnızca Gideceğim

Yalnızca Gideceğim

Süleyman ÖZEROL

19 Haziran günü köye yolcu olacaktık hanım ile. Büyük oğlum Ozan’ın çocuklarının devam ettiği Oran Doğa Kolejinin Keklikpınarı’ndan Oran’a taşınma durumu nedeniyle o taraftan ev tuttular ve de torunlar bizde kaldı bir süre. Dolayısıyla köye dönüşümüzü de bir hafta erteledik. Yani 27 Haziran 2016 Pazartesi günü sabahı Malatya’da olacağız ve akşama Ballıkaya’da...
Pek çok arkadaşımızın tatile, memleketine ya da başka yerlere gitmesi, havanın da iyice sıcaklaşması ile kent yaşamı olumsuz etki yapmaya başladı elbette…
17 Haziran 2016 günü Halk Ozanları Kültür Derneğinden bir arkadaşıma doğaçlama olarak şu şiiri yazdım.

Sıkmaya başladı şehir
Dağlar beni çağırıyor
Havalar sanki bir zehir
Dağlar beni çağırıyor

Mağaradan gözlemişim
Soğuk suyun içmemişim
Kayaları özlemişim
Dağlar beni çağırıyor

Sokak caddeler kokuyor
İnsanları kin kusuyor
Aydın korkuyor susuyor
Dağlar beni çağırıyor

Siyasette her şey para
Açıyor insanda yara
Cahiller kıyar canlara
Dağla beni çağırıyor

Yobazlar var çirkef saçar
Para için etek açar
Şeyhleri havada uçar
Dağlar beni çağırıyor

Kimisi tatile daldı
Kimisi yollarda kaldı
Arkadaşla dost azaldı
Dağlar beni çağırıyor

Kalabalık o kadar çok
Sohbet edecek kimse yok
Kok ormanım bağım sen kok
Dağlar beni çağırıyor

Böyle oldu doğaçlama
Yolcuyum Pazar akşama
Gel Leyli beni taşlama
Dağlar beni çağırıyor

Süleyman'dır bazen şaşar
Dostlar için belden aşar
Dostluk bağlarını yaşar
Dağlar beni çağırıyor

Ankara’da genellikle toplumsal yaşam, kültür sanat adamları ve olayları ile ilgili yazılar yazdım. Köyüm Ballıkaya’ya gidince de konularım sürecek. Çünkü her gün aldığım notlarla yeni konular ortaya çıkmasa bile daha uzun zaman yazacağım çok şey olacak.
Neler mi?
Eeee… Artık mahalle olduk ya, ne sorunumuz varsa doğrudan ‘büyükşehir’e iletmek de gerekecek. Elbette arada sırada yaşadığımız kültür sanat olaylarını, kitap ve basın çalışmalarını da unutmayacağız. En çok da doğadan söz etmeyi düşünüyorum.
Kimseye veda etmeyeceğim. Şimdilik gidiyorum, döneceğim ve sürecek başkent yaşamı kitaplar ağırlıklı olarak. Eskisine oranla daha çok mektup yazacağım. Daha çok etkinliklere katılacağım. Çünkü sanatsız kalan insanların diğer yaratıklardan çok farkı kalmıyor.

Sana veda etmeyeceğim
Veda etmek
Elvedalara denk gelir
Yalnızca gideceğim

***

Acımsı gözlerine bakarken
Gözlerimin izi kalacak içinde
Ama hiç bir şey demeyeceğim
Yalnızca gideceğim

12 Haziran 2016 Pazar

Yoğun Bir Yaz Olacağını Düşünüyorum

Yoğun Bir Yaz Olacağını Düşünüyorum
Merhaba,

Bugün Cumartesi, dosyalar üzerinde çalıştım, haberleri yazdım, fotoğrafları ekledim. Derken saat 17.00 sıralarında evden çıktım ve Kızılay’a gittim.
Kum Sanat’a uğradım, miniklerin resim sergisi ile ilgili bilgi aldım, fotoğraflar çektim. Ressam Cezmi Orhan’ın sahibi olduğu Kum Sanat’ta 1-9 ve 9-12 yaş gruplarının resim sergisi bugün saat 12.00’de açılmış. 12’si kız, 8’i erkek olmak üzere 20 çocuğun yapıtı sergilenmiş. Sergide renklendirilmiş eva, akrilik boya ve kuru boya ile yapılan resimler, kil heykel çalışmaları yer almış. Sanatçı portrelerinin tamamlama, ebru, balon üzerine peçete kaplayıp boyama çalışmaları yapılmış. Resimlerden biri büyük boyutlu olup ortak çalışmadır.

Konu ile ilgili bilgileri Ressam Cezmi Orhan’ın kızı ve Kum Sanat’ta ikinci grupta çalışmalara katılan Göksu Bilge Orhan’dan aldım.

11 Haziran 2016 günü saat 12.00’de Meşrutiyet Cad. Bayındır 2 Sokak 55 numarada bulunan Kum Sanat’ta açılan sergide yapıtları yer alan çocuklar şunlar: A. Berke Yılmaz, Ada Şen, Aden Sakız, Arda Kanmaz, A. Furkan Gönen, Ayda Çözen, Bilge Yılmaz, Defne Ateş, Efekan Karakaş, Ege Yeniceli, D. Alperen Aslanca, G. Bilge Orhan, G. Deniz Kaya, Giray Süzen, Irmak Özünlü, Lermanaz Partigöç, Nehir Doğan, Zeynep susam, Zeynep Karagöz, Zeynep Yılmaz.

Saat 19.00 sıralarında Sentez Kültür’e uğradım, asansör çalışmıyordu dördüncü kata çıktım. Bir şeyler yeyip içerken 20.40 sıralarında dışarıdan sesler geldi, baktığımda engelli bayan arkadaşın kaldırımda kalabalığın ortasında olduğunu gördüm, hemen dört katı indim, kolundan tutup düzgün oturması ve kalkması için uyardım. Yukarıdan inen bir bayan da destek verdi, derken oturdu. İlkyardım çağrılmıştı, geldiler ve arabaya aldılar. Yukarı çıktım, notlarımı yazmayı sürdürdüm.

Levent Çoban’ı aradım “Hekimhan Müzik Kültürü” çalışmamız ile ilgili olarak uzunca konuştuk. Bir süre sonra müzik başladı ve içerisi de gençlerle doldu, önceden yer ayırtmışlar…

***

Belki bir hafta, belki de on gün içinde köye döneceğiz. Köyün hala soğuk olduğu, akşamları soba yakıldığı söyleniyor ama olsun; Haziran’da baharı yaşamak gibi bir şey olacak.

Önceki yıl hiçbir meyve, geçen yıl bir bölümü, bu yıl da yine belki bir bölümü olacak. Olsa da olmasa da benim için değişmiyor. Ben yine Ankara’daki gibi ilerini sürdürüyorum. Gazeteye yazı göndermek, internete haber, yazı, resim eklemek, fotoğraf çekmek, kitap çalışmaları, kapak tasarımları, fotoğraf çekmek, arayıp soranlara yardımcı olmak ve benzeri işler…

Köyün konumu zaten köy olmaktan çıkmış, yazlık konumuna gelmiş. Ürün olmuş olmamış sonuç değişmiyor, gelen zaten geliyor, gelmeyen de öyle…

Birkaç yıl içinde bahçelerini terk edenlerin sayısı artacağa benziyor. Yaşlı kuşağın yerini doldurmaya çalışanlar olsa da çiftçilik, köylülük giderek yok oluyor.

Bayramda köye geleceğini belirtiyorsun. Elbette görüşürüz, belki birkaç türkü de söylersin, anılar tazelenir, Hekimhan Arguvan arasından çıkar, hayal dünyasına yolculuk yaparız.

“Gelince randevu alman gerek” esprimi de ciddiye al ama!

Karadirek Cem Evinin dış cephe boyası işi, 20 Ağustostan önce genel kurul, mezarlığa elektrik bağlanması, morg alınması gibi önemli işlerimiz var. Bütün bunların yanında gazete, kitap çalışmalarım, günlük yaşam da var…

“Âşık Yoksuli”, “Anıya Benzer”, “Kömürhan Köprüsü Nereye Bakar?”, “Ballıkaya’da Yemek, Sofra ve Ocak”, “Başkavak Köyünden Derlemeler”, “Yenilenen Köy Ballıkaya”, "Radyo Fon Programlarım", “Merhaba Gülü” gibi basıma hazır çalışmalar var. Diğer yandan hazırlamakta olduğum dosyalardan Ömer Erdoğan ve Çadır, Hüseyin Şahin’in şiirleri, Nevzat Topal’ın şiirleri, Vahap Alkan’ın şiirleri, Halil Yazgan’ın şiirleri, İbrahim Emici’nin yeni şiirleri, Fadime Bulut’un şiirleri ve daha pek çok düzenlediğim kitap çalışmaları var.

Araştırma, tez, ödev ve benzeri konular için gelecek olanlarla çalışmalar her yaz oluyor.

İğdir köyünden beş mahalle ile ilgili derlemeleri sürdürmeyi düşünüyorum.

"Hekimhan Müzik Kültürü" çalışmamız için de çalışmalarımız olacak. Özellikle Hekimhan’ın Sünni olan bazı köylerinde var olan müzik kültürü ürünlerini ve kaynak kişileri görmek istiyorum. Bu amaçla kitap çalışmasını birlikte sürdürdüğümüz Levent Çoban ile Kocaözü, Güzelyurt, Karaçayır, Sarıkız, Karadere gibi köylere gitmeyi planladık.

Bu yazın, 
yoğun bir yaz olacağını düşünüyorum... 

Görüyorsun değil mi? Konu gelip yine türkülere dayanıyor. Senin bir kez de olsa türkü söylemenin bende bıraktığı izi unutmuyorum. Hatta şiir bile yazmıştım.

Yalnızca bayramda değil her zaman beklerim Ballıkaya’ya…

Her ne ise... Her şeyin hep iyisi olsun senin için. Her ne olursa olsun, her şeyden önce kendine iyi bak. Ne devletin işi biter, ne elin işi, kendi işin bile bitmez. Ama seni bitirir, çok çalışıp kafa yormak. Zamanını kendine ayır, çocuklara da…

Selam ve sevgilerimi iletiyorum.

Ankara, 11 Haziran 2016