23 Mart 2017 Perşembe

Uzak Diyarların Prensesi

Uzak Diyarların Prensesi
Merhaba,

Yıl 1969 ya da 1970 olmalı. Yani ilk gençlik yıllarım... Yaşım on altı mı, on yedi mi? Bir gece rüyamda Uzak Doğulu bir kız gördüm.
Boyu benden daha kısa, siyah düz saçlı, gözleri siyah ve az çekik, saf ve temiz bakışlı, sade giyimli bir kız...
Bir süre bakıştık, sonra yavaşça yürüyerek yanıma geldi, başını göğsüme yasladı, durdu bir süre... Uyandığımda yapayalnızdım...
"Acaba benim için seçilmiş gelecekteki eşim miydi? Ya da gelecekte böyle bir kız ile mi evleneceğim" diye düşündüm. Belki de bu rüya yalnızca bir yanılsama idi...
Bir zaman usundan gitmedi bu hafiften çekik gözlü, esmer, suskun kız. Zaman zaman anımsadım mahzun bakışını...
Neredeyse aradan yarım yüzyıla yakın bir zaman geçti ve 3 Aralık 2014 günü yine Uzak doğulu bir kız ile tanıştım. Ancak bu kez rüya değil, internet denilen teknolojinin aracılığı ile...
Davranışlarını izlemesem de fotoğraflarını gördüm. Koyu kahverengi saçlı, derin kahverengi gözlü, kırılgan ve düzgün yüzlü, "melek yüzlü" dedim kendi kendime...
Çok fotoğrafını gördüm, bazılarını düzenledim. Kısa öyküleri ve şiiri seviyormuş, kendisine şiir yazdım, hatta bir de şiir sitesi açtım.
Benim kızımın yaşında kendisi. On iki yaşında kızı varmış, Amerika'da babası ile birlikte imiş, onu çok özlüyormuş. Yalnızmış ve akrabalarında kalıyormuş, yalnızlık çekiyormuş...
Bizim köyün fotoğraflarını görünce ilgi duydu, eğer Türkiye'ye gelirse görmek istediğini belirtti.
Adını Tin olarak yazmıştı, Christina imiş, ben Tina da diyorum.
Tina, yarım yüzyıla yakın süre önce rüyamda gördüğüm on altı yaşındaki kız değildi ama kırkına merdiven dayamasına karşın bana göre hala on altısındaydı. Yüzü o kadar saf ve temiz görünüyordu. Bu kadar genç ve güzel olmasının sırrı neydi acaba? Her gün yatmadan önce banyo yaptığını söylüyordu, acaba ondan mıydı?
Christina, Tina, Tin...
Uzak diyarların bebek yüzlü prensesi...
Uzat ellerini uzat, mutluluğa uzat!

Mutlu ol...

31 Aralık 2014, Ankara

17 Mart 2017 Cuma

“Geçilmez” Denilen Çanakkale'yi Simgeleyen Andacın

“Geçilmez” Denilen Çanakkale'yi Simgeleyen Andacın


Merhaba,

Tekdüzelik insanı usandırır, mutlaka değişiklik yapmak gerekir. İşte bu değişikliklerin yanında zaman zaman da yaşamımızda duraksamaların olması kaçınılmazdır. Sana yazmakta gecikmemin nedeni ise duraksamadan değil, oldukça yoğun çalışmamdan kaynaklanıyor. Her ne kadar yılın yarısını Ankara’da, diğer yarısını köyüm Ballıkaya’da geçirsem de dünyaya daha çok Malatya penceresinden baktığımı, bazen ise köyüme odaklandığımı biliyorsun.
Aynı anda 4-5 kitap çalışmasını birlikte sürdürmek, yirminin üzerinde site ile ilgilenmek, yedi dernek üyeliği, günlük tutmak, öğrencilere ve araştırmacılara yardımcı olmak ve daha pek çok uğraşı yanında günlük yaşamın her alanında bulunmak gibi bir konumda olarak geç yazdığım için bağışlayacağını biliyorum.

8 Mart 17 günü, Dünya Emekçi Kadınlar Günü nedeniyle Malatya Sivil Toplum Örgütleri Birliği’nde (MASTÖB) ve Çankaya Belediyesi Galeri Kara’da etkinliklere katıldım.
MASTÖB'de saat 13.00''te başlayan toplantıda, İlayda Aydoğdu'ya bağlamam ile eşlik ettim. Saat 18.30’da Sanatçı Kadınlar Derneği'nin Galeri Kara’da “Kırık Siyah” adlı resim sergisinin açılışına katıldım. Akşam evde iki etkinliğin, haberini birlikte hazırladım ve Malatya Söz Gazetesi'nde yayınlanmak üzere gönderdim.
Bu yazma işlerini yaparken, çalışma masamda karşımda duran andacına gözüm takıldı. Hani bir Nisan günü, “Beni anımsarsınız gördükçe”  diyerek bir andaç bırakmıştın ya; sırtında neredeyse kendisi kadar top mermisi taşıyan, beline hafifçe eğmiş, öne doğru yürür gibi duran, yedi düveli dize getiren Mehmetçiği ve hemen yanında şu “geçirmez” denilen Çanakkale'yi simgeleyen kalemlik; her gün seni anımsatma görevini yerine getiriyor sanki. Çok sayıda kalemi barındıran haznesinin üzerinde de iki dize var:

“Dur yolcu, bir bilmeden gelip bastığın
Bu toprak bir devrin battığı yerdir”

Necmettin Halil Onan’ın dizelerinde dile getirilen ve geçilmez olan boğazda nice canlar yok olmuş, nice kanlar dökülmüş…
1989 yılı Şubatında Ballıkaya’da halk kültürü derlemeleri yaparken ebem (babaannem), büyük dedemin (babasının) ve iki kardeşinin seferberliğe gidişini ve üçünün de dönmediğini anlatmıştı. Babasının yola çıkışını anlatırken, “Ayağında çarığı yoktu giyecek, komşudan ödünç olarak savaşa gitti, su yolağına kadar ardından ağladım” demiş ve gözlerinden yaşlar boşanmıştı. Ben ise, erkekliğe bok sürmemek için ancak içten ağlayabilmiştim.
Büyük dedem gibi gidip de dönmeyenlerin yüzü suyu hürmetine yaşadığımız ülkemizde vatan millet Sakarya edebiyatlarını okudukça ebemin anlatımını ve de Orhan Veli’yi anımsarım hep…

“Neler yapmadık şu vatan için!
Kimimiz öldük;
Kimimiz nutuk söyledik.”

Sonra birileri beni vatan haini ilan edebilir diye de düşünüyorum. O zaman da Nazım Hikmet aklıma geliyor…

“Vatan, kurtulmamaksa kokmuş karanlığımızdan,
Ben vatan hainiyim. “

Her yirmi dört saatimin hemen yarısı süresinde karşımda o heybetli duruşu ile andacını hem de kullandığım teknoloji harikasına (bilgisayar)  anahtarı yaptığım adınla, duyumsamasan da hep belleğimdesin. Kendimce mühürledim içime adını...
Arada bir “merhaba” deyişin belki de fark yaratıyor. Anımsamamı yineliyor belki de…
Bazen yazdıklarını okudukça düşünüyorum. İçindeki fırtına dinerse, ne kadar büyük bir boşluk olur acaba? Kâhin değilim ama yaşamının daha güzel devam edeceği gerçeğini biliyorum.

İçten sevgilerimle…