30 Ekim 2015 Cuma

Ekim sonu üzerine düşünceler

Ekim sonu üzerine düşünceler

Merhaba,

Bugün 29 Ekim 2015 ve Cumhuriyet Bayramı.
Cumhuriyetin 75. Yılında Gazetemiz Malatya Yorum'da "İnce Düşünceler" köşemdeki bir cümlelik köşe yazımı seninle birlikte okurlarla da paylaşmak, daha sonra Ekim sonu üzerine bir şeyler yazmak istiyorum.

"Bu ülkenin harcında yel bile olamayanların Cumhuriyeti eleştirmeye hakları olamaz"
(29 Ekim 1998)

Ekim ayının sonu yaklaşırken hava daha da soğudu. Geceleri bazen sabaha kadar yağmur yağdığı oluyor. Oluklardan açığa akmadığından suyun şırıltısı değil, yağmurun fısıltılı gibi ince sesi duyuluyor. Kulak veriyorum gecenin sessizliğine, yağmurun sesinden başka ses de duyulmuyor. Bu sessizliğin ve yalnızlığımın ortasında sobadan yayılan ılıklığı duyumsarken, kapı açılsa da sen içeri girsen diye düşünüyorum. Düşüncemi oturtuyorum gerçeğime.
Yorgun yüzün, acılı gözlerin, zayıf bedenin beliriyor gözlerimin önünde. Bir ölü sessizliğinde geçip oturuyorsun karşıma. Gözlerini gözlerime dikerek saatlerce bakıyorsun. "Bak işte geldim" diyerek essizliği bozmanı bekliyorum. Ancak bir türlü konuşmuyorsun.
Ne yapacağımı, ne diyeceğimi bilemiyorum, kendimce varsayımlar üretiyorum.
"Hoş geldin" gibi geleneksel karşılama mı yapsam?
"Nerelerdeydin?" gibi sorulu bir karşılamamı yapsam?
"Neden bu kadar geç geldin?" diye sitem mi etsem?
"Ah. Seni ne kadar bekledim, seni ne kadar özledim" gibi beklenti ve özlem cümleleri mi kursam?
Acaba hangisini seçsem karşılama biçiminin?
Senin karşına ben gelseydim, sen hangi seçeneği seçerdin acaba?
Yorgunluğunu, kırgınlığını, acını, sitem ile karışık beklenti ve özlemini dile getirebilirsin elbette. Oysa ben durakladım ve bir türlü sana karşılık veremiyorum. Gelişine bile sevincimi belirtemiyorum. Karşımda öyle melül mahzun duruşuna nasıl sevinebilirim? Seni nasıl rahatça karşılayabilirim?
Uzaklara dikilmiş gözlerindeki donukluğun görüyorum ve bunun arkasındaki fırtınaları sezmem de yetiyor bana. İçinden kaynıyorsun, yanardağın magması gibi... Suskunluğumun, genç dalgaları yerinden oynatan fırtınalarını dindiremeyeceğini biliyorum.
Benim fırtınalarım kocaman ve durgun ve kıyılara, dalgakıranlara çarparak yeniden içime dönüyor. Bulutlara ulaşıyor, yağış oluyor, şimşek yıldırım oluyor. Düşüncelerimde yer eden bir olgu oluyor ve içimdeki durağanlık kalemimin ucundan dizelere, cümlelere, sayfalara yansıyor. Bazen de bağlamanın tellerinden geçip, boğazımda düğümlenen acıdan taşıp türkü oluyor.
Ne olursa olsun bir türlü sana doğrudan hitap edemiyorum. Seni beklemek ve geldiğinde beni böyle darmadağınık, acılı görmenin yaralaması bana yetiyor.
Ben de senin gibi, "Neden yanında değilim?" sorusunu bir türlü kendime soramıyorum. Bunu dile getirmediğim gibi pek çok konuyu da söyleyemiyorum. Ancak acının verdiği duyguyu duyumsuyorum. "Acının Destanı" şiirimi anımsıyorum;

Ölenler yazamadılar
Yaşayanlar yazmalı
Acı denen olgunun
Destanı yazılmalı

Acıyla başlar yaşam
Sürer acılarla
Yoğrulur insan eti
Daima acılarla

Acıyla başlamalı şiir
Sözcükler acıyla sıralanmalı
Erdemsiz olanlara
Gerçek acı tattırılmalı

Ölenler yazamadılar
Yaşayanlar yazmalı
Acı denen olgunun
Destanı yazılmalı

Süleyman ÖZEROL
10 Haziran 1981, Siverek
------------------------------
29 Ekim 2015, Ballıkaya


Süleyman ÖZEROL
Radikal Blog, 29 Ekim 2015

25 Ekim 2015 Pazar

Kimse Bana Derdini Teslim Etmedi Senin Kadar

KİMSE BANA DERDİNİ TESLİM ETMEDİ SENİN KADAR

Ahını duydum, bir tel koptu içimden. Bir ahın bin ahımdır. Bir acın bin acımdır. Ahlarına, acılarına dayanamam...
Sımsıcak hücrelerim üşür kaskatı görünen yüzümün altında.  Vietnam’dan beri yana, Filistin’den öte yana, Anadolu’nun ortasında bir sancı tutar yüreğimi. Seni sarmak isterim, saramam…
Üstüme yıkılır Konstantiniye. Altında kalır kâğıtlarım, kalemlerim
ve seni sarmak isteyen yüreğim. Arguvan türküleri söylenen yerlerde seni ararım yaralı yaralı. İç çeker gibi türkü söyleyişini, sarı tele tezene atışını görmek isterim. Varamam…
İçindeki çağlayanlar, fırtınalar yaralar içinden, yaralar içimden.
Arguvan’dan Hekimhan’a geçersin. İçindeki ürperti yaralarıma karışır, içimdeki acı kangren olur. Kanattıkça kanatır, acıttıkça acıtır. Çıngılar çıkar gözlerimden. Duramam… 

Dönerim başkente. Her gecenin sabahına yakın ayılırım düşümden. 
Bir yel eser kuşluk vakti, acılarını fısıldar kulağıma;
“Derdi güzel ağlama”
Derdin de güzeli mi olurmuş gülüm? Gözlerime diken batar.
Uyuyamam… 

Günlerimin, gecelerimin yoldaşı. İstanbul seni harcar, İstanbul seni harcar. Sen, sen ol kartallığa özenme. Yok olmalarına dayanamam. 
Kim arar beni tana yakın? Kimlerle dertleşirim? Kime teslim olurum senin kadar? Kaybedersem, elin elime değmeden, ne anlamı kalır yaşamanın? Yaşayamam, yaşayamam… 

Süleyman ÖZEROL 
18 Ekim 2008 Aksaray


Mektubu şiir biçiminde Antoloji Com ve Edebiyat Defteri siteleri ile Arguvan Yolu dergisinden yayınladım.
* http://www.antoloji.com/kimse-bana-derdini-teslim-etmedi-senin-kadar-siiri/
* http://www.edebiyatdefteri.com/siir/827905/kimse-bana-derdini-teslim-etmedi-senin-kadar.html

Özlem'e Mektup

ÖZLEM’E MEKTUP

Merhaba Özlem,

Diyalektik akışı fark ettikten sonra elbette ki yetersiz kalıyor sözler.
Ancak, kifayetsizi yeğlemedim...
Yalnızca dört renk üzerine mi kurulu dünya? Mahkûm olmak zorunda mı herkes bu renklere? Küskünlüğü, sırt dönmüşlüğü ve solgun yüzüyle yaşama ne kadar sarılabilir insan? Sonra, korkunç yabancılığı ve zıtlarla dolu bir yaşama sahip olan sevgili ne kadar yer edebilir ki yürekte?
Hep Çarşambalara mı denk gelir karamsar hayallerini dile getirmek acılı dizelerle? Uyku tutmayınca engel olabilir misin gözlerinin iri iri açılmasına? Engel olabilir misin gecenin bir anında upuzun  kirpiklerinin gamzene düşmesine? Ne kadar dayanabilirsin yalnızlığın uykusuna?
Yaşamak bir an, bir dem, bir rıza lokması. Kaybetmek de içinde…
Kaybetmek, yeniden başlamanın başlangıcı… Biraz isyan, biraz yanılgı, biraz sevinç, biraz da hüzün... Biraz da avunmadır yeniden bulmak…

“Yaşam acılarla başlar,
Acılarla sürer.
İnsan eti acılarla yoğrulur,
Acılar yaşamın tuzu biberi olur.”

Yaşam, bir armağandan öte, kazanılan bir ödüldür. “Tırnak ile, diş ile/Sevda ile düş ile” uğraşı verilerek… Kendimizle uğraşımız da bunun içinde. İncinmelerimiz, ihanet, unutulma ve daha birçok olgu yer alır bu akışta. İşte o zaman tutunacak dala, tutulacak ele gereksinim duyarız.
“Yaşıyor gibi görünüp de yaşayamamak” da var elbette ki. Ne acıdır ki, birçok insanın yaşamında bu var. Dostluk, 
insanlık, kardeşlik birbirine eşlik ederken, tüm insanlar bir yerde halka olacaklar, savaş ve kin uzaklaşacak, türküler söylenecektir güzel, saf ve temiz yüreklilikle. Reddedilsek de, dışlansak da, kötülensek de, dünyamız ne kadar kirletilse de;

“Dostluk insanlık kardeşlik
Birbirine eder eşlik
Varlıklar olmuşlar bebe
Dünya sallanmakta beşik”


Özlemimiz, daha iyi ve daha güzel yaşanası bir dünyadır. Sevgiyle dokunduğumuz her yürekte hainlik sezmişsek, Kangren olmuş, karmaşık, tatminsiz, tahammülsüz, sınırlayıcı bir toplumla kuşatılmışsak; çemberi kırmak gerek!

Ne diyordu şair?

“Bütün umudum sende…”
Evet, bütün umudum sende!


Ay harmanlamış, içine düşüyorsun. Gecenin üçü ve ben hala yazıyorum. Ağustosböcekleri, baykuşlar susmuş, duyulmuyor artık tren düdükleri, korna sesleri. Kent derin uykuda, bir ben uyanık…
Birden solgun yüzün beliriyor yere düşen ayın ortasında. Titrek dudaklarında acılı bir gülümseme, ışıltılı gözlerinde ihanetin nemi, incecik parmakların bağlamanın tellerinde geziniyor.
“Aaah ah!” diye şarkına başlıyorsun;

“Seher yeli dağıt beni kır beni”

Tam bu sırada Filistin’den, Lübnan’an çığlıklar getiriyor güney yeli. Sesindeki acılık güneyden gelen yele karışıyor;

“Geleceksen bir gün düşüp ardıma
Kula değil, yüreğine sor beni”


Oysa daha sehere çok zaman var. Birden uyanıyorum düşümden.
Özlemimin bahardan sonbahara düşmesi hiç bir şeyi değiştirmiyor ve hala sessizliği dinleyerek yazıyorum…
Gözlerinden öpmüyorum, eskirler… Bir dahaki mektubunda upuzun kirpiklerinde hüznü görmemeyi bekliyorum.
Güzel gözlerinin güzel günler görmesini, güzel bir yaşamın olmasını diliyorum.

Süleyman ÖZEROL

26 Ağustos 2006

Mektubu, şiir biçimine dönüştürerek Eski Bir Mektup adıyla Antoloji Com, Özlem'e Mektup adıyla Edebiyat Defteri şiir sitelerinde yayınladım.
* http://www.antoloji.com/eski-bir-mektup-3-siiri/
* http://www.edebiyatdefteri.com/siir/807702/ozlem-e-mektup.html



ÖZLEM’E MEKTUP


Diyalektik akışı fark ettikten sonra elbette ki yetersiz kalıyor sözler. 
Ancak, kifayetsizi yeğlemedim...

Yalnızca dört renk üzerine mi kurulu dünya
Mahkûm olmak zorunda mı herkes bu renklere? 
Küskünlüğü, sırt dönmüşlüğü ve solgun yüzünle yaşama ne kadar sarılabilir insan
Sonra, korkunç yabancılığı ve zıtlarla dolu bir yaşama sahip olan sevgili ne kadar yer edebilir ki yürekte?

Hep Çarşambalara mı denk gelir karamsar hayallerini dile getirmek acılı dizelerle? 
Uyku tutmayınca engel olabilir misin gözlerinin iri iri açılmasına? 
Engel olabilir misin gecenin bir anında upuzun kirpiklerinin gamzene düşmesine? 
Ne kadar dayanabilirsin yalnızlığın uykusuna?

Yaşamak bir an, bir dem, bir rıza lokması.
Kaybetmek de içinde… 
Kaybetmek, yeniden başlamanın başlangıcı… 
Biraz isyan, biraz yanılgı, biraz sevinç, biraz da hüzün
Biraz da avunmadır yeniden bulmak…

“Yaşam acılarla başlar,
Acılarla sürer.
İnsan eti acılarla yoğrulur,
Acılar yaşamın tuzu biberi olur.”


Yaşam, bir armağandan öte, kazanılan bir ödüldür. 
“Tırnak ile, diş ile/Sevda ile düş ile” uğraşı verilerek… 
Kendimizle uğraşımız da bunun içinde. 
İncinmelerimiz, ihanet, unutulma ve daha birçok olgu yer alır bu akışta. 
İşte o zaman tutunacak dala, tutulacak ele gereksinim duyarız.

“Yaşıyor gibi görünüp de yaşayamamak” da var elbette ki. 
Ne acıdır ki, birçok insanın yaşamında bu var. 
Dostluk, insanlık, kardeşlik birbirine eşlik ederken, tüm insanlar bir yerde halka olacaklar, savaş ve kin uzaklaşacak, türküler söylenecektir güzel, saf ve temiz yüreklilikle. 
Reddedilsek de, dışlansak da, kötülensek de, dünyamız ne kadar kirletilse de;

“Dostluk insanlık kardeşlik
Birbirine eder eşlik
Varlıklar olmuşlar bebe
Dünya sallanmakta beşik”


Özlemimiz, daha iyi ve daha güzel yaşanası bir dünyadır. 
Sevgiyle dokunduğumuz her yürekte hainlik sezmişsek, 
Kangren olmuş, karmaşık, tatminsiz, tahammülsüz, sınırlayıcı bir toplumla kuşatılmışsak; çemberi kırmak gerek!

Ne diyordu şair?
“Bütün umudum sende…”
Evet, bütün umudum sende!

Ay harmanlamış, içine düşüyorsun. 
Gecenin üçü ve ben hala yazıyorum. 
Ağustosböcekleri, baykuşlar susmuş, duyulmuyor artık tren düdükleri, korna sesleri. 
Kent derin uykuda, bir ben uyanık…

Birden solgun yüzün beliriyor yere düşen ayın ortasında.
Titrek dudaklarında acılı bir gülümseme, ışıltılı gözlerinde ihanetin nemi, incecik parmakların bağlamanın tellerinde geziniyor. 
“Aaah ah!” diye şarkına başlıyorsun;

“Seher yeli dağıt beni kır beni”

Tam bu sırada 
Filistin’den, Lübnan’an çığlıklar getiriyor güney yeli. 
Sesindeki acılık güneyden gelen yele karışıyor;

“Geleceksen bir gün düşüp ardıma 
Kula değil, yüreğine sor beni”

Oysa daha sehere çok zaman var. 
Birden uyanıyorum düşümden. 
Özlemimin bahardan sonbahara düşmesi hiç bir şeyi değiştirmiyor ve hala sessizliği dinleyerek yazıyorum…

Gözlerinden öpmüyorum, eskirler…
Bir dahaki mektubunda upuzun kirpiklerinde hüznü görmemeyi bekliyorum.
Güzel gözlerinin güzel günler görmesini, güzel bir yaşamın olmasını diliyorum.

Süleyman ÖZEROL
26 Ağustos 2006 

24 Ekim 2015 Cumartesi

Sen Yoktun, Aklıma Neler Geldi

SEN YOKTUN, AKLIMA NELER GELDİ...



Merhaba,

Kahvaltıdan sonra sana yazma gereksinimi duydum. Çünkü iki haftayı aşan bir süreden beri sürekli kaçıyorsun.

Kaçışın mutlu bir ortamda oluşundan dolayı ise ne güzel… Yok, acılarla savaşıyorsan ya da acılara sığınmışsan benim acılarımı kat kat katladığını bilesin.

İnsan bazen kendisi ile baş başa olmak, kendisini dinlemek ister. İnsanın kendisini dinlemesi de o kadar kötü bir durum değil, ancak felsefeye fazla dalmamak gerek. Felsefeye dalmak işleri çatallaştırır, çıkmazlar baş gösterir hatta derinleşir.

Yöremizdeki türkülerden birinde, “Yol ikidir hangisine gideyim” diye bir söylem vardır. İki seçenekten hangisini seçeceğine bir türlü karar veremeyenler için söylenmiştir. İki seçenekte zorlanan insan üç, dört, hatta daha fazla seçenekler olduğunda daha da zorlanır. Beyin zorlandıkça vücudu da zorlar, çıkmazlar, çözümsüzlükler kendisini daha da belli eder, artar da…

Diyalektik akış her zaman olumsuz olacak değil ya; gelişmeler bazen de “istediğimiz” gibi olur. O zaman mutluluk tavan yapar. Oysa diyalektik akış istediğimiz gibi değil, “olduğu gibi”dir.

“Mademki ben bunları yaşadım, yaşıyorum ve de yaşayacağım; o zaman her şeyi olağan karşılamam gerekir” diye düşünmeli insan. Bu durumda daha sakin, daha sağlıklı düşünme, eylem yapma ve değerlendirme yapma olasılığı artar.

Nazlı Nur Yılmaz adlı şair ve ressam arkadaşım ile sanırım 2005 yılında tanışmıştık. Resim sergisine gitmiş, haber yapmış ve şiirlerinden bazılarını bana gönderdiğinden kitap basılacak biçimde düzenlemiştim. Hatta kitap kapağı tasarımlarım olmuştu. Görüşmeler yaptık ve karar da verdik, ancak bu kitap bastırma işi bir türlü olmadı. Yıllar önce yaşadığı sorunlar yetmiyormuş gibi gününü çoğunu hastanelerde geçirmesi de başlı başına bir sorun idi. Üç dört yıldan beri görüşemiyoruz ve bir yılı aşkın bir süreden beri de konuşamıyoruz. Kısacası iletişimimiz kesildi.

Düz şiir (mensur şiir) denince Şemsi Belli, Nazlı Nur’un da “Sen yoktun” şiiri aklıma gelir.

SEN YOKTUN


Çamurlu sokakların ıslaklığına, içimde depreşen duyguların kasvetine basa basa yürüyordum. Simitçilerin, kitapçıların, müzik marketlerde çalınan o en sevdiğimiz türkünün aynısını, bizi uçuran, içimizi göçüren o en acı, o en tatlı ahengine bir sigara yakıp, seni kalbimin derinliklerinde yaşayarak ve kalabalıkların ilgisizliğine karışıp yürüyüp gittim. SEN YOKTUN

Yüksek binalar üstüme çöktü, gökyüzünün ağırlığı altında ezildim, arabalar üstümden geçti. Bir kör kurşun sinsice arkamdan vurdu. Sonra atıldım, satıldım. Uykularda bunları gördüm ben! Sıçrayarak uyandığım rüyalar gördüm. SEN YOKTUN

Gündüzleri ayakkabı boyayan, mendil satan, tiner çeken çocukların, geceleri bankamatik kulübelerinde, kömürlüklerde, bodrum katlarında birbirlerine sarıldıkları gibi, sıcak bir evi tanrılaştırdıkları gibi… Bu soğuk duvarlar arasında işte bu köşede uyudum. SEN YOKTUN

Belki diyecektin, belki de bunların hiçbirini söylemeyecektin. Belki de ben anlatmadan sen anlayacaktın. Evet, ben anlatmadan sen hep fazlasını bilecektin, anlayacaktın. Ben de bunun rahatlığını yaşayacaktım. SEN YOKTUN

Bir kadehte sarhoş olacağımız bir gece olacaktı, bir fıçısında seni azar azar lütfettiğin bilgeliğinden yararlanacaktım. Sendelemeyen muhabbetimiz olacaktı. Sen konuşurken ben sarhoş olacaktım. Unutma ben seninle konuşurken kafam hiç ayık olmuyor zaten, konuş diyecektin, diyemedim. SEN YOKTUN

Ve belki de umarsız sokağa bırakacaktık kendimizi, sen edebiyat kurallarını ateşe verecektin. Ben kalıplarla kurgulanan bu benliğimi… Sokağa öyle çıkacaktık. “Ne fark eder birlikteysek” diyecektik. İçimizde palazlananözgürlük nehrinin seline bırakacak, boğulmamak için hiç bir çaba sarf etmeyecektik. Ölüm de ne ki canını yakar insanın, yakarsa yaksın biz zaten birlikte olmadık mı ölüydük diyecektik. Birlikte diyemedik. SEN YOKTUN

Biz diyecektik. Biz ikimiz ne sen ne ben sadece ikimiz diyecektik. Şimdi yoksul bir yanım kanıyor, o bir yanım ki sevdalı, bir yanım üşüyor, bir yanımı bölmüşüm kanıyor, o yanım acıyor, acıtıyor o yanımı, boğazıma ham lokma gibi oturdu, ayrılık kusamıyor susuyordum, sana sesleniyordum, duyuramıyordum. SEN YOKTUN

Ve ben de yudumladım gurbet şarabını. Uzak iklimlerin kimliğini, kavruk yüreklerin çığlığına ve gidenlerin küfürlerine savuşturuldum. Çoktandır beklerlerdi beni bu kapıda. Son çıkışımdı, son arzumdu diye dönüp geriye baktım. Rengini unutamadığım gözlerin neredeydi? Yoktu. Son bir kez sarılıp elveda diyecektim. Diyemedim. Yoktun, yoksun işte yok… SEN YOKSUN


Nazlı Nur YILMAZ, Ankara, 1999

İşte böyle…

Galiba uzaklaşmak aratıyor.

Sen yokken, aklıma neler geldi, bir bir yazdım.


Süleyman ÖZEROL

21 Ekim 2015, Ballıkaya

21 Ekim 2015, Radikal Blog



Ekim'de Eylül Üzerine

EKİM'DE EYLÜL ÜZERİNE















Merhaba,3 Ekim 2015, bir iletini aldım.
"Demiştim ya Eylül'ü severim diye.
Benim tüm ciddi ilişkilerim Eylül'de başladı.

Belki çiçekler baharda açar ama benim gönlüme aşk, hep hazanda düşer.
O güz yağmurları gönlümü de mi yıkıyor dersin?
Yoksa sonbaharın yüzüme vuran hüznü, doğanın aldığı bin bir renkle mi aydınlanıyor, bilmiyorum.
Tek bildiğim, Eylül, aşk kokuyor."

Ben de sana Eylül'de tanıştığımızın anısına Eylül üzerine yazdığım yazıyı göndereyim.

Eylül Üzerine

Eylül.
"Ben Eylül" demiştin değil mi, kendini tanıtırken.
Eylül.
Eylül, sonbaharın başlangıcı olduğu kadar bereketli bir ay da.
Bir sonraki ay da ekim zamanı adı üstünde.
Kasvetli Kasım.
Giden ve gelen yılın kavuştağı Aralık.
Derken kış.
Ve yeni bir yıl.
Kışa daha çok zaman var ve biraz Eylül'den söz edelim.

Bir zamanlar sanatçı Alpay'ın okuduğu "Eylülde Gel" adlı bir şarkı vardı okul zamanını çağrıştıran.

Okul yolu sensiz
Ölüm kadar sessiz
Geçtim o yoldan dün
İçim doldu hüzün

Eylül okulların açıldığı ay.

Mehmet Rauf'un Eylül adlı romanı var. Romanın adı Eylül ayının özelliklerine benzetilerek konulmuş. 1900 yılında gazetede, ertesi yıl da kitap olarak yayınlanmış. Yani Türk edebiyatının "ilk psikolojik romanı" olarak nitelendirilen Eylül, 115 yaşında.

Neden Eylül?

Neden sen Eylül?
Neden Eylülde Gel?

Yazın olgunlaşmamış meyvelerin olgunlaştığı, damak tadına ulaştığı bu ayda kış hazırlıkları da yapılır.
Yaprakların sararmaya yüz tutmasıyla birlikte Eylül, sonbaharın hüznünü çağrıştırır.

Eylül işte.
Bakmayın Ocak ayının yılbaşı olduğuna, asıl başlangıç bu aydadır. Çünkü ülkemizde yaza değil kışa hazırlık yapılır.
Ve kış hazırlıkları alabildiğine sürüyor.

Sıcak kış gecelerine özlem ile...

Süleyman ÖZEROL


17 Ekim 2015, Radikal Blog

Bir daha kötü düşüncelerden söz etme lütfen…

BİR DAHA KÖTÜ DÜŞÜNCELERDEN SÖZ ETME LÜTFEN... 


Sevilmek, istenmek, beğenilmek, önemsenmek güzel.
Yaşamak güzel.
Bir daha kötü düşüncelerden söz etme lütfen.

Merhaba,

Bir daha kötü düşüncelerden söz etme lütfen. Karacaoğlan, "Var git ölüm" demiş. Şair Baba, "Yaşamak güzel şey be kardeşim" demiş ve bunu romanına ad olarak vermiş. Senin sıkça ölümden söz etmenin zamanı mı yani? Ölümden söz etmek sana yakışmıyor. Kendini heder etme. "Ayakaltında kalırsan üzerine basan çok olur", sakın kalma."Aynı kalıp kokmaktansa, cesur olup akarım." diyorsun. İşte durum bu, açık ve sade ol...

Bir daha kötü düşüncelerden söz etme lütfen...
Yorulsan da, tek başına olsan da, sorumluluğun ağır da olsa; sen kendinle baş başasın. Sonra gitmekten söz ediyorsun bir de. Gelmek üzere gitmek, gelmemek üzere gitmek; gitmelerin hepsi de kaçıştır, yaşamdan kaçış.
Bazen birilerinden dolayı gitmeyi düşünürsün, birilerinden dolayı da kalmayı düşünürsün. Mutlaka bir dakika öncesinin şu an için aynı olmadığı gibi, geri geldiğinde belki her şey ve herkesi değişmiş olarak göreceksin ve eskisi gibi bulamayacaksın. Hele de sen gittikten sonra değişenlere hayret edeceksin. Sen de dün ki sen değilsin. Hele bir de otuz yıl öncekini düşün; otuz yıl önceki gibi hiç değilsin. Ben de öyle.
Pek çok konuda dikkatliyimdir. Yaşam dikkat üzerine kuruludur. Dikkatsiz olanlar kendilerini ve çevrelerini önemsemezler, başına çok şey gelir. Fazla dikkatli olmak bir özelliğim olsa gerek; yıllardan beri belki de çocukluğumdan kalma. Anıya Benzer adlı anı deneme kitabım çıktığında bunun ile ilgili pek çok örnek okuyacaksın. Çok değil, iki yıl içinde çok sayıda kitap  yayınlayacağım. Hemen hepsi gerçek olaylara dayalı olacak. Sen uyu ve dinlen, sabah erken kalkacaksın ve de hastasın, dinlenmelisin.
"Kadınlar çiçek gibidir, doğal olarak gübre isterler. Bundandır ki gül gibi kadınlar boktan herifleri seçerler"miş. Ne yani; bunun tersi yok mu? Vardır. Aslında kadınlara fazla gübre vermemek gerek. Sonra "erkek egemenliği" zedelenir, boklanır. 

Buradaki "gül gibi kadınlar" söylemi de tartışılır. Kimisi konuyu fiziksel, kimisi ahlaksal, kimisi de düşünsel olarak değerlendirir. Erkek dünyası kadını hep geriye itmiş. Aslında tartışılması gereken bir konu bu ülkemizde ve dünyada. Çünkü kadınların mutluluğu toplumun mutluluğu ile özdeştir. Düşünür, "Uygarlığın yaratıcısı kadındır" derken boşuna dememişti. Kadınlar önemsenmeli. Kadınlar da kendilerini önemsemeli.
Birbirimizi iyi anlıyoruz aslında ama sen kendini düşün önce, sanmalara da aldırma. Kendini koy başköşeye. Çocuklar sana, sen çocuklara gereklisin. Sen onlara yetersin, onlar senin canın, onlar öncelikli.
Kafanın içinde gerilim hem fizyolojik, hem psikolojik bir durum olabilir. Yorgunluk, halsizlik. Psikolojik durum organları etkiliyor biliyorsun. Tetikler. Ve stres. Sakin olmalısın.
Yine de iyi dayandın. Türküde der ya; "Taş olsaydım erirdim/Toprak oldum dayandım" Evet. İnsan ne kadar dayansa da bir yerden fire veriyor. Diğer yandan yaşlanıyorsun. Yaşlanmak bazen erken olur. Beynini yormamaya gayret etmelisin ama yaşam işte her şey meşgul ediyor. "Valla ölmeye niyetim var ama yaşlanmaya yok" söylemin de soğuk... Elbette yaşlanmaya yok de... Sakın "yaşlanıyorum " deme! Kapına kondurma. Bütün bu olanlara karşı daha sakin ve rahat olmayı, sağlığını ön planda tutmayı ve de biraz daha dinlenmeyi... Koşulları ve kişileri zorlama, kendimi de. Uyu, boş ver. Her şey olacağına varır.

Bir daha kötü düşüncelerden söz etme lütfen.
Sevilmek, istenmek, beğenilmek, önemsenmek güzel. Yaşamak güzel.



Süleyman ÖZEROL

08 Ekim 2015 Radikal Blog

23 Ekim 2015 Cuma

Acaba düşünmek de mi yormaz beni?


ACABA DÜŞÜNMEK DE Mİ YORMAZ BENİ

Merhaba…

Arada bir mektuplar yazacağımı söylemiştim. Güzel şeyler anlatmasam bile var olanı anlatmanın kayda geçmek olduğunu düşünerek yazıyorum.

Bu sabah kalktığımda dışarıdaki yağmur sesini duyduğumda ilk işim kuzeydeki sıra kayalara bakmak oldu. Yağmur ve sisin bileşimi gri bir görünüm kazandırmıştı kayalara. Evin saçaklarından ve oluklardan akan suların sesi ince bir tını oluşturuyordu.
Dünü anımsadım…
Dün sabah da yağmur atıştırmış ve sonra hafif bulutlu bir hava oluşmuştu.
Hani dün, “Bedensel olarak yorulmadığım için dolayı uykum gelmiyor dediğimde, “yürüyüş yap” önerisinde bulunmuştun. Ben de Kamışlıkol’a kadar gidip gelerek yürüyüş yapmaya karar verdim.
Köyün çıkışında sol yanda atılmış çöpleri görüm. Sağ yanda ise Vayloğun Tepe denen yerde çöp yığını göze çarpıyordu. Dereye indiğimde bir araba duruyordu sağ yanında. Dereyi geçip sola döndüm, bizim bahçeye girdim. 1983 yılında babamın toprağı hazırlamadan kayısı diktiği, iki kez bel fıtığı tehlikesi atlatmama neden olan, o günden bugüne verdiği meyvesi üç tonu bulmayan susuzda yetiştirdiğimiz kayısılardan birkaç ağaç kalmıştı.
Babam “Neden meyve vermezsiniz kaysılar?” diye şiir dile yazmıştı. Ben de şiiri yazı işleri müdürlüğünü yaptığım Malatya Yorum gazetesinde yayınlamıştım 1998 yılında.
Derenin yanındaki birkaç fındık ağacından birinde üç beş meyve vardı, alıp çantaya koydum. Biraz ileride de cevizlerden birkaç tane saldım. Armutlar daha yumuşamamıştı.
Yola çıkıp, sağa dönüm ve köye doğru geldiğim yolda ilerledim. Arkamdan bir araba sesi duydum, dönüp baktığımda komşularımızdan biri ve eşini gördüm arabada. Yanımda durdu, arabaya bindim, amcasının kızı da içinde idi. Sırık da vardı arabada. Belli ki ceviz çarpmadan geliyorlardı. Merhabalaştık, köye kadar sohbet ederek yolculuk yaptık. Büyük yangın olalı üç ay olduğunu ve fotoğraf çekmek istediğimi, ancak bulutlu olduğu için vazgeçtiğimi söyledim.
Hani, “yürüyüş yap” demiştin ya, ancak bu kadar oldu.
Peki, uykum geldi mi?
Hayır…
Yine geç saatlere kadar uyanık kaldım.
On yıl önce yazdığım bir mektubun dizelerini anımsadım.
“Ay harmanlamış, içine düşüyorsun. Gecenin üçü ve ben hala yazıyorum. Ağustosböcekleri, baykuşlar susmuş, Duyulmuyor artık tren düdükleri, korna sesleri. Kent derin uykuda, bir ben uyanık…”
Demek ki daha çok yürümek gerekiyor, daha çok yorulmalıyım…
Acaba düşünmek de mi yormaz beni?
Sanmıyorum…


Ne demişti Muammer Hacıoğlu “Duyduğum” şiirinde?


“Hiç kimse duyamaz duyduğumu
Duyduğum
Kafesteki kuşun duyduğudur”

(Genç Şairler Antolojisi, C. 3, s. 7, 1972)


Ve sen…
Asıl beni yoran senin acın…
Ne zaman hüzünlü yüzünü anımsasam içim kararıyor, kahroluyorum. “Neden bu kadar acılı duruyor? Neden bu kadar acılı bakıyor? Neden bu kadar üzgün?” bu kadar acılı yüzün altında neler yatıyor?” sorularını soruyorum kendi kendime, düşünmekten de kendimi alamıyorum.
Bunları düşünürken de yine yıllar öncesine, dönüyorum. Bir zamanlar mektubu kâğıda yazardık, allar, pullar gönderirdik. Kâğıt vardı, kâğıdın kokusu, rengi vardı. Şimdi sanal ortam her şeyi değiştirdi.
Hani daha önce sana Özlem’e yazdığım mektuptan bir bölüm yazmıştım ya…


“Mektup, arkadaş gibidir. Göremediğin, görüşmediğin, uzakta kaldığın annenin, babanın, kardeşin, eşin, dostun, sevdalının arkadaşın yazılı sesidir.
Ne kadar güzel cümlelerle, ne kadar güzel haberlerle karşılaşırsan o kadar mutlu olursun. Sanki de yanındadırlar.

(16 Mart 2001)


Yine de sana bazı konuları aktarmış, anlatmış oldum. Sana Ballıkaya’ı daha iyi anlatmak isterim ama yakın zamanda 33 yıl önce başladığım çalışmalar sonucunda tamamladığım “Yenilenen Köy Ballıkaya” kitabımı bastıracağımı düşündüğümden dolayı fazla üzerinde durmak istemiyorum.
Selam ve sevgilerimi iletiyor, sağlık, mutluluk dolu günler yaşamanı diliyorum. 


Süleyman ÖZEROL
5 Ekim 2015, Radikal Blog

22 Ekim 2015 Perşembe

Dünyanın iki kişilik mutluluk üzerine kurulu olmadığını bilerek…


DÜNYANIN İKİ KİŞİLİK MUTLULUK ÜZERİNE KURULU OLMADIĞINI BİLEREK...


Merhaba,

Mektup yazmaya söz vermiştim sana.
Duygusal olmasını isterdin mutlaka.
Ancak nasıl duygusallaşacağımı bilemiyorum.
Sana söylem cümleleri kurmayı denemeye çalışırken birden haberle takıldı gözlerim; kan seli akıyor kan, bahar seli ya da duygu seli değil.
Bakıyorum ki, "400 vekil verseydiniz bunlar olmazdı" diyor ak camda kara düşünceli biri. Kanı, akan kanı değil 400 vekili düşünüyor ben'ini tatmin etmek için.
Ülkemizin durumu pek de iç açıcı görünmüyor.
Mektubuma, "Ey sevgili" diye başlamak istiyorum ama bir türlü yazacak bir şey anımsayamıyorum. Ama yine de bir şeyler yazmalıyım.

Ey Sevgili,


Bu ülkede yaşanan savaşlara ödünç çarık ile giden ve bir daha da geri dönmeyen "Meçhul Asker" konumuna düşen dedelerimize kurşun sıkanların torunlarını bugün öyle bir savaş olmadığını öne sürmelerine karşın yine de intikam almaya çalıştıklarına tanık oluyoruz.
Diyorum ki; yüz yıl önce yaşadıklarımızı bugün de yaşamayalım.
Peki, ben seni kan gölünün ortasında yaşayan bu ülkede nasıl mutlu edebilirim?
Nasıl düşünürüm doğacak çocuklarımızın geleceğinin aydınlık olacağını?
Nasıl düşünürüm "Yeni Türkiye" söylemi ile "Eski Türkiye"yi getirmek isteyenlerin barış getireceğini?
Nasıl düşünürüm, "Bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine" yaşamanın önünde bunca engel var iken çift kişilik mutluluğu?
"Güzel günler göreceğiz çocuklar" diyen şairin dizelerini unutmadan umudun her zaman var olduğunu ve geleceğin barış ile taçlanacağını unutmuyorum.
Dünyanın iki kişilik mutluluk üzerine kurulu olmadığını bilerek sana söz veriyorum; herkesin mutlu olduğu günlerin özlemi ile mektuplarımı sürdüreceğim.

Sözlerime eski bir mektuptan alıntı ile son vermek istiyorum:



"Gözlerimden öpme" diyordun,
Gözlerinden öpmüyorum, eskirler.
Bir daha ki mektubunda
Upuzun kirpiklerinde hüznü görmemeyi bekliyorum.
Güzel gözlerinin
Güzel günler görmesini,
Güzel bir yaşamın olmasını diliyorum.


Süleyman ÖZEROL
9 Eylül 2015 Radikal Blog

Prodhon anarşizmi ile Hint fakirinin düşünceleri


PRODHON ANARŞİZMİ İLE HİNT FAKİRİNİN DÜŞÜNCELERİ 

Merhaba,

Bir düş kurdum kendimce.
İstediğim gibi yaşamalıyım.
Şair "Yalnızlık benim saltanatım" demiş ya; ben de yalnız yaşamak için günbatımlarında denizin mor dalgalarının sektiği, sabahları küflü görünüme sahip bir deniz kasabasında yaşamaya başladım.

Özdemir Asaf'ın, "Yalnızlık Paylaşılmaz" adlı şiiri var.


Yalnızlık, yaşamda bir an,
Hep yeniden başlayan...
Dışından anlaşılmaz.
Ya da kocaman bir yalan,
Kovdukça kovalayan.
Paylaşılmaz.

Bir düşün'de beni sana ayıran

Yalnızlık paylaşılmaz
Paylaşılsa yalnızlık olmaz.

Özdemir Asaf, "Yalnızlık paylaşılmaz/ Paylaşılsa yalnızlık olmaz" dese de ben yalnızlığımı paylaşmalıydım. Böylelikle el attım, dal attım birileriyle iletişim kurdum. Yetmedi, yalnızlığımı paylaşmak için yazışmalar, konuşmalar yaptım, şiirlerimle dile getirdim yalnızlığımı.

Gözlerime bakma ne olur
Bana anımsatma yitmişliğimi
Yalnızım koca şehirde
Bırak, yalnız kalayım
Bana anımsatma kimsesizliğimi

Yetmedi, başkaları ile birlikte yaşamayı denemek için adım attım kendimce.
Bir Hint fakirinin bilgece sözlerinin büyüsüne kaptırdım kendimi. En güzel şey özgürlüktü ve kimse bana karışmamalıydı, alabildiğine yaşamalıydım her şeyi! Bireysel özgürlüğün derinliklerinde yaşamaya başladım. Bireysel özgür olunca mutlu olabilirdim ve bu özgürlüğü de aşk ile taçlandırmam gerekiyordu.
Sartre, "bir alanı çitle çevirip 'burası benim' dediği andan itibaren kavga başlamıştır" der. Yani kavganın 'özel mülkiyet' ile birlikte toplumsal yaşamda daha da etkili olduğunu dile getirmiştir. Öyle ya, insan özel mülkiyetini koruyacaktır.
Prodhon anarşizmi ile bu Hint fakirinin düşüncesi arasında bir özdeşlik fark ettim. Biri kural tanımazken diğeri özgürlüğe ve aşka sınır tanımıyordu. Her ikisi de toplumsal düşünüşten öte insanda var olan ruhsal karmaşanın doğurduğu konu ve sorunlardan (tanrısal adalet, bireysel özgürlük, aşk vb.) söz ediyordu.
"Ben mutlu olursam, toplum da mutlu olur" muydu?
İşte ben'imin öne çıkması toplumsallığı geriye itiyordu ve yalnızlıktan özgürlüğe, özgürlükten anarşizme, mistik duygulardan ruhsal karmaşaya kadar pek çok konu usumu işgal ediyordu.
Orhan Hançerlioğlu Düşünce Tarihi kitabının sonunda, "Çağdaş insan, yüzyıldan beri, öğüt dinlemeyen insandır" derken yarım yüzyıl önce bunları mı diyordu acaba?
Benmerkezciliğin toplumsal gerçekçiliğin önüne geçtiği günümüz dünyasında anarşi, terör ve diğer olumsuz toplumsal olayların bir karmaşa yarattığının farkında olduğumda düşlerim ile daha çok ilgilenmeye başladım. Kopmamla birlikte mistikliğin büyüsüne daha çok kapıldım. Bu beni daha çok uğraştırdı.
Aşkı yeniden aradım.
Arşimet'in sevinç haykırısı ile "Ewreka!" (Buldum) dedim.

Ewreka!

Arşimet sevinci ile koşuyorum
Dudaklarımda suskun bir gülümseme
Gözlerimde umutlu pırıltılar
Dudaklarımdan dökülen sesler
Arşimet'in sevinç haykırısı
"Buldum, buldum, buldum! "

Suskun bir acıya dönüşüyor

Dudaklarımdaki gülümseme...


Bulmak bu kadar kolaydı demek ki?
'Mutluluğun resmini' de yapabilirdim artık.

Süleyman ÖZEROL
16.08.2015, Radikal Blog

20 Ekim 2015 Salı

Ağabey

AĞABEY
Duygu Yılmaz'dan gelen mektup...

Ağabey, 

Çok güzel çalışmalarınız var emeğinize yüreğinize sağlık… Ama neden hep aynı kişilerin resmi çıkıyor burada? Mezirme ya da Ballıkaya bu bir kaç kişiden mi ibaret? Aslında bizde de suç var sayfamıza gereği kadar vakit ayırmıyoruz ya da ilgilenmiyoruz. Ama bir konuda çok haklısınız, ne kadar katılım olursa o kadar renklilik çeşitlilik ve güzellik olur ama benim elimde gerçekten ne bir resim nede bir kayıt var…
Çok isterdim gerçekten ben de sayfamıza bir takım katkılarda bulunayım. Belki beni tanırsınız, belki tanımazsınız, bunun için demiştim hep aynı kişilerin resimleri var diye. Köyümüz eskisi gibi değil o kadar yeni genç bir nesil var ki birbirimizi tanımıyoruz. Ben mesela annemle babamı daha hiç görmedim burada, doğru düzgün birçok insanın resmini ölüm haberinde gördüm burada. Acı ama gerçek bu, vefat haberlerinde “Allah Allah bu kişi yasıyor muydu?” dediğim kişiler oldu, bunun için yazma gereği duydum. Kusuruma bakmayın olur mu? Sevgi ve saygılarımla…
Bu arada üzerime düsen bir görev varsa elimden geleni yaparım. Zaten köyüme olan hasretimi buradan gideriyorum. Allah razı olsun, çok güzel paylaşımlar yapıyorsunuz. Bazen işten gelip açıyorum bakıyorum, buraya geldiğim zamanları yasıyorum. Her bir karesine bazen defalarca bakıyorum, ben buradaydım diyorum. Ama yaslı çınarlarımız var, genç kuşağımız var…
Çok uzaklaştık yakın bir zamanda o genç kuşak birbirini tanımayacak. Aynı köylü olacağız ama birbirini tanımayan kişiler olarak yaşlılarımızı daha fazla verin burada, hepsinin resimlerini koyun, konusun onlarla sesleriyle olsunlar burada, çünkü onlar birer dev çınar. Yanılıyor muyum sizce?
Mesela buraya eski köyün resimlerini ve eski köyümüzün çeşmesini koymuştunuz, o kadar ağlamıştım ki… Ah güzel çeşmem, dilin olsa da konuşsan… Sen ki nelere şahit oldun, ne sırlar gizli sende? Kimler kana kana o buz gibi suyunu içmedi, kimler susuzluğunu gidermedi? Sanki yüzyıllara tanıksın… Keşke o çeşmenin dili olsa da konuşsa. Aksama kadar su taşırdım çeşmeden yaşlılarımızın elinden alırdım. Çeşme basında kadınların sohbeti, rahmetli Efendi Amcanın ve batısındaki Fatma Bacının evi gözlerimin önüne gelmişti.
Çok güzeldi eski köy ve ben çok özledim eski köyü. Oradaki dostlukları oradaki paylaşımları evlerde pişen yufkaların kokusunu, buğday damların üzerinde tarhanaları sermeleri, akşam lüks lambası ya da el fenerinde birbirlerini ziyarete gitmeleri... Evlerin o toprak kokusunu özledim. 
Ya şimdi? Hepimiz olduk gene bir şehirli… Pişen yufkaların kokusu, tarhanaların kokusu yok oldu, her şey hazır alınır oldu, akşam herkes kapısını kapatıp dizi seyrediyor, eski dedelerin sohbeti bile artık mazi oldu…
2012 yılı Ekiminde ordaydım, annem için gelmiştim. Normalde her sene gelmeye çalışıyorum, ben köyümü seviyorum, seviyorum da şimdi ne çocukluk günlerimdeki köy var ne de o elleri öpülesi dedelerimiz, ninelerimiz var hayalimdeki özlediğim, burnumda kokuları tüten köyüm maalesef yok artık…


Duygu YILMAZ 

27 Nisan 2014, Almanya

17 Ekim 2015 Cumartesi

Bengü Belli'ye Mektup

BENGÜ BELLİ'YE MEKTUP


Bengü Kardeşim,

Arguvanlı ünlüleri anma programlarında hep bulundum. İlk program 2008 Ocak ayında Aşık Bektaş’ı anma ile başladı. Almanya’ya gitmiştim, dönüşümü bu etkinliğe göre düzenledim. Yani erken döndüm ve katıldım. Ama yönteme karşı çıktım. Çünkü ortadan başlıyorlar hep. Tıpkı sempozyumdaki gibi...
Bir yerleşim yerini tanıtırken önce coğrafyasından başlanır, sonra tarihi -bununla birlikte yerleşenleri göçenleri vb- sonra da oluşan kültürü ele alınır. Önce türkü kültüründen başladılar. Şimdi ünlü kişileri tanıtırken de aynısı yapılıyor; ortadan başlanıyor. Âşık Bektaş 1978’de aramızdan ayrılmış. Oysa kaç yüzyıl önce yaşamış âşıklar var, onlardan başlamıyorlar. Başından söyledim. Tarihsel sıralama ya da yaş hesaba kalarak yapılmalı. Ama öyle olmuyor… Bunu konuştuğumda fırsatlardan yararlanma eğilimini gördüm. Bu da yetmiyormuş gibi hemen bir ay geçmeden her şeyi yapmak istiyorlar. Hazırlıklar her zaman iyi yapılmalı bence...
Benim bildiğim derneklerin yıllık çalışma programları olur ve bu iki yıla yayılır. Çünkü kongre iki yılda bir yapılır. Burada öyle bir şey yok, akıllarına geldikçe etkinlik yapıyorlar gibi bir izlenim doğdu bende. Bu nedenle hazırlıksız olmak hiç de işime gelmiyor.
Bana göre bütün bunlar da önemli değil. Önemli olan Şemsi Belli ile ilgili yeni bir belge ya da bilgi mi buldular ki? Yooo... Senin belgelerinin dışında kimde ne var ki? Kültür Bakanlığından birini bulalım dedim, arkadaşları aradım, birçok yere dağılmışlar. Kimi müdür olmuş, kiminin tayini çıkmış...
Benim elimde yeteri kadar hazır yazım var. Malatya’daki kişilerle paylaştı bazılarını, ama buradakiler ile de paylaşabilirim. Bu da eski bilgileri yinelemek anlamına geliyor. Farklı bir şey ortaya koyacak konuşmacılar bulmak önemli olan. Şarkısını okuyan bir sanatçı bulunmaz mı Ankara’da?

Çok uzattım...
Salı da Çarşamba da uygunum. Bizde kalırsan da memnun olurum. Uzun uzadıya konuşuruz...

Selam ve sevgiler...
18 Şubat 2010
Süleyman ÖZEROL

NOT:
 Giyim kültürü kitabındaki, "Halı Yastıktaki İlkel Nakış Ben" başlıklı yazımı bir daha okuyunca ben bile beğendim. Kitap ile ilgili bir tanıtım yazısı hazırladım, Volkan’la da görüştüm...

15 Ekim 2015 Perşembe

Leyla Çolpan'a Yazılan Mektupta Kısas

LEYLA ÇOLPAN'A YAZILAN MEKTUPTA KISAS
Kısas’ta kim kimdir elbette ki bilirim. Ama 1981’den önce...
Sitede okuduğun yazı 2002 baharında oraya 21 yıl sonra geldiğimde "Şah Muhammet’i Anma ve Aşure Günü"nünde yaptığım konuşmanın metnidir.
"Anıya Benzer" anı-deneme notlarımı kitaba dönüştürdüm ve basıldığında Kısas’ın oldukça yer aldığı görülecek.
Bir sonra 2003 Aralık ayında kızım Gül ile geldim Kısas’a. Almanya’da yüksek lisans yaparken konusu Kısas Sulama Birliği idi. 205’de yine kızım ve eşim ile geldik. O yıldan buyana gidemedim. Aslın bu sonbaharda gitmek amacındaydım, rahatsızlanınca gidemedim.
Urfa’dan çıkmak aslında kurtulmaktır. Oraya bağımlı kalmak sanki koşul gibi. Bazıları Urfa dışına çıktıklarında yaşayamayacaklarını sanıyorlardı. İşte Halil Elveren, Veli Aykut yıllardır Ankara’dalar ve daha iyi durumdalar aslında. Sen de Gaziantep’te kalmakla değişik bir yer seçmişsin ve iyi de etmişsin. Değişiklik her zaman iyidir...
Gaziantep’ten Urfa’ya giderken geçiyorum o kadar. Oysa 1972’den 1981’e kadar hep uğrak yerimdi. Ali Dayı vardı Elbistanlı, ona çok uğrardım. Konfeksiyoncuydu, yıllar önce rahmetlik oldu. Özgürler... Oğlu Ali bilmem aynı işi sürdürüyor mu? Özgür soyadları... Kardeşi İsmail gazetecilik yapıyordu. Askerliğini de Malatya’da yapmıştı.
Nakı’nın kahvesi vardı, adını "Çınarlıgöl Kıraathanesi" koymuş ve tabelasını da ben yazmıştım. Şimdi park olan meydana yağmur yağınca pis sular birikirdi o zamanlar.
Birçok yerde vardı bu birikmeler. Belediyelik olunca bazı şeyler değişmiş.
O zamanlar proje yapardık kendimizce: Kısas’ı orta yerden doğu-batı ve kuzey-güney doğrultusunda artı (+) biçiminde yarmak ve cadde açmak... Orta yerdeki tümsekliği yok edip imar planı yapmak... Aslında çok projelerim vardı ama bunların uygulanması da zaman istiyordu.
1979 yılında yaz dönemi köyde okul çağındaki çocukların sayımını yapmıştım. Okula gelen 300’ün üzerinde öğrenci vardı (İlkokul+ortaokul). Bu sayımda 300’den çok okula gelmeyen çocuk belirlemiştim. Bunların tamamı da kız çocuklarıydı. Bu belge olarak okulun kayıtlarındaydı. Aradan 30 yıl geçmiş, bilmem hala kız çocuğunu okula göndermeyenler var mı? Kısas, çevredeki Arap ve Kürt halklarının bazı geleneklerinin etkisinde kalmış... Ama Harran’da aykırı bir yer Kısas... Sesi hala duyulan...
Bremler’in büyük ya da küçük aile olması önemli değil. Oraya gelen elekçileri bile benim dostumdu. Geldiklerinde daha çok Bekteşgilin evinin arkasına, yani lojmanın karşısına konarlardı. Gider çay içer, tütün saar, sohbet ederdik. Kısas’a zaman zaman ozanlar gelirdi, onlarla birarada olurduk. Mahrumi, Devrani, Kul Mamoş anımsadıklarım...
Aslına bakarsan Kısas’tan sonraki kuşakta benimle iletişim kuran pek az kişi var. Çünkü beni tanımıyorlar. Aslında 12 Eylül sonrası kuşağına Kısas’ı en iyi biçimde anlatacağımı düşünüyorum. Çünkü gençliğimin en verimli döneminde enerjimi Kısas için harcadım. Kısas’ı iyi tanıyorum. Kısaslılar anlatmaya-tanıtmaya kalksa kendi köyleri olduğu için tarafsız bir anlatım olacağını düşünemiyorum. Dışarıdan biri olarak ben bunu iyi bir biimde dile getireceğimi düşünüyorum. Zaten "Anıya Benzer" kitap çalışmamda bu var...

18 Kasım 2009
Süleyman ÖZEROL

11 Ekim 2015 Pazar

Sayın Hanımefendi

SAYIN HANIMEFENDİ

Sayın Hanımefendi,

Size yazacaklarımı aslında Malatya Yorum için makale bütünlüğünde tasarlamıştım. Ancak, Ulusal Eğitime Destek Kampanyasının Malatya sorumlusu olmanız itibariyle -biraz geç de olsa- konu hakkında fikir edinilmesi amacıyla “mektup” biçiminde önce size yazmayı uygun buldum.

10 Eylül - 12 Kasım 2001 tarihleri arasında Sümer İlköğretim Okulunda açılan okuma yazma kursunda gönüllü öğretmenlik yaptım. Burada 33 bayana okuma yazma öğretmeye çalıştım. 16 yaşından 67 yaşına kadar çeşitli yaşlarda olan bayanların çoğu 40 yaşın üzerindeydi. İçlerinde 1 bekâr, bir de engelli (bir gözü görmeyen) vardı.
Kursun ilk günlerinde, ders etkinliklerinde ve ders çıkışı konuşmalarımızda iletişimimizi güçlendirmiştik. Tamamına yakını ilköğretim çağında iken oturdukları yerde okul olmasına karşın okula gönderilmediklerini belirtiyorlardı. “Kız kısmı okumaz”, “Kızlar okuyup da ne olacak?” gibi düşüncelerin bu konuda etkili olduğunu; “biz okumadık, bari onlar okusun” diyerek çocukları ve torunlarına özen gösterdiklerini de dile getiriyorlardı. “Çocuklarımı okutmak istiyorum, ama kocam işsiz. Ya onun ya benim, mutlaka birimizin çalışması gerek. Yoksa okutamayacağız...” demesi ise ayrı bir gerçeği dile vurguluyordu.
Yine tamamına yakınını tutucu ailelerden geldikleri, yalnızca okula gönderilmemelerinden değil, davranışlarından, giyimlerinden de belli oluyordu. Yalnızca bir bayanın başı açıktı. İki bayanın “türban” denen giysiyi bilinçli olarak kullandıkları görülüyordu. Buna karşın diğerleri birer “halktan” kadın olarak eşarp ve tülbentle geliyorlardı. İçlerinden çok azı toplumsal yönden kendini yetiştirebilmişti...
Yetişkin insanlar olması, öğrenciler gibi çok sayıda kişinin sınıfa yerleştirilmesini zorlaştırıyordu. 20-25 kişilik sınıfa 33 kişinin yerleştirilmesi yetişkinler eğitimindeki bire bir eğitim yöntemini kesintiye uğratıyordu. Zamanı kullanmak zorlaşıyordu. Çeşitli düzeyde insanların bir arada olması, zaman zaman devamsızlıklar, evlerinde yemek yapılacağı gerçeği de birer etki olarak kendini gösteriyordu.
Sonuçta 5-6 kadarı okuma yazma öğrenemedi. Diğerlerinin bir kısmı okuma öğrenmesine karşın yazmada zorlandılar. Yine de kurstan başarıyla çıkanlar çoğunluktaydı. Daha çabuk öğrenen gençlerin sayısı azdı. Görev almam ve yeniden kurs açılması halinde ikinci kez gelmek isteyenlerin sayısı hemen hemen tamamına yakındı. Aslında kendilerini biraz da toplumsal yönden yenilemek istiyorlardı.
Üç çocuğumun Ankara’da bulunması nedeniyle eşimle birlikte 18 Kasımdan buyana buradayız. Annelerinin çocukların yanında olması her yönden büyük destek… Ben ise bolca okuyor ve yazıyorum. Malatya Yorum ve Umudun Sesi’ne yazılar gönderiyorum. Zaman zaman Malatya Yorumu, ADD Malatya Şubesini, TSD Malatya Şubesini arayarak görüşüyorum. Yaşadığımız kentten, yaşadığımız ülkeden, yaşadığımız dünyadan sorumlu olmazsak neye yarar?
Ne demiş halk ozanı?

“Sorumluyum ben çağımdan
Hem ovamdan hem dağımdan”

Bir yandan evrenselliği düşünürken, yurtseverliğini de ortaya koyuyor. Çağdaşlaşırken, ulusal değerlerine de sahip çıkıyor.
TSD Malatya Şubesinin vali konağı yakınında kendi yerlerini aldıklarını Ali Haydar haber verdi, çok sevindim. Sayın valimizin ve sizin gayretleriniz ve uğraşılarınız unutulmayacaktır, teşekkür ediyoruz.
Ulusal Eğitime destek Kampanyası konusunda Malatya Yorum olarak da destek vereceğimizi belirtmiştik. ADD Malatya Şubesi olarak görevimizi de yerine getirdik. Ancak yapılmayan bazı şeyler oldu, yapılan bazı olumsuzluklar oldu... Bilent Bey ayrıldıktan sonra sesin kesildiğinin de fark ettik. “Neden gitti” ayrı bir konu, sesin/hızın kesilmesi ayrı bir konu. Her ne kadar bu işten ” Malatya Valisinin Eşi” sorumluysa da, yürütecek olan “Milli Eğitim”dir. Ne yazık ki, bu kurum-yani bizim kurumumuz- bir türlü düzene girmiyor. Girmiş olsaydı zaten bu kampanya olmazdı.

Değerli Öğretmenim,
Emekli öğretmen olarak, “Başkalarını Mutlu Edebilme Mutluluğu”nu yaşam felsefesi kabul etmiş, bir birey/yurttaş olarak, Ulusal Eğitime destek Kampanyası konusunda elimden geleni yapmaya devam edeceğimi bildirmek istiyorum. Kampanya ile ilgili yan çalışmalar (Anket, panel, TV programları...) konusunda bir şeyler yapılacaksa bu konuda da yardımcı olabilirim.
Şubatın ikinci yarısında Malatya’da olacağım ve çalışmalarımı kaldığım yerden sürdüreceğim. Özel çalışmalarım da beni bekliyor.
Eşim ve çocuklarımla (Ozan-Gül-Yazar) saygı ve selamlarımızı sunar, yaşamınızın her zaman güzel geçmesini dileriz. Sayın valimize saygı ve selamlar dileğiyle...
Hoşça kalın...

26 Ocak 2002 
Süleyman ÖZEROL

*Malatya Yorum Gazetesi Yazı İşleri Müdürü
** ADD Malatya Şube Yazmanı
*** Umudun Sesi Yayın Danışmanı

ADRES:
Başharık Mah. 9. Sokak No: 15 MALATYA

26 Ocak 2002 Cumartesi: Malatya Valisi Mustafa Yıldırım’ın eşi emekli öğretmen Perihan Yıldırım’a Ulusal Eğitime Destek Kampanyası konusundaki görüşlerimi ve düşüncelerimi belirttiğim mektup.

Frederik De Jong'a Mektup

FREDERİK DE JONG’A MEKTUP

Sayın Dr.

Malatya’ya geldiğinizde birkaç saat bile olsa birlikte oturduk, sohbet ettik. Hatta üzüm suyu bile içtik. Mektup yazacağıma söz vermeme rağmen ancak yazabiliyorum.
Size, “Malatyalı Gönül Sultanları” kitabını verdiğimde Ballıkaya ile ilgili bazı yazıların fotokopilerini göndereceğimi de söylemiştim.
Ballıkaya’yı her yönüyle tanıtmayı amaçladığım “Yenilenen Köy BALLIKAYA” adlı çalışmamdan, sizin bilim alanınızı ilgilendiren bölümlerden bazılarının fotokopilerini mektupla birlikte gönderiyorum.
Her ne kadar bilimsel yanı olmasa da sözlü kültür geleneğini yazıya aktarmak açısından “kaynak” özelliğini taşıyacağına inanıyorum bu yazıların. En azından halkın inancını yansıtmakta ve Ballıkaya’nın merkezilik özelliğinin ürünüdür bu yazılar.
Sayın İlhan Başgöz Fuat Bozkurt ile birlikte Ballıkaya’ya geldiğinde (1986) henüz hazırladığım çalışma olgunlaşmamıştı.1988, 1989 ve 1990 yıllarında Malatya’nın mahalli basın organlarında yayınlanan ve büyük ilgi gören çalışmalarımın kitaplaşmasını dört gözle bekleyenler var. Ancak, ekonomik olanaksızlıklar ve bazı eksiklikler “Yenilenen Köy BALLIKAYA”yı halen dosyalara mahkûm etmekte.
İleride, kitaplaşma durumunda sizlere de bir örneğini göndermeye “söz “ diyorum.
Sayın Nejat BİRDOĞAN’ın ocaklarla ilgili kitabı elime geçti. Şah İbrahim Ocağı ile ilgili Sayın M. Fuat Bozkurt’tan aldığı bilgileri kullanmış. Ancak inandırırcı bulmadığını da belirtmekte… Halktan bir kişi olarak (Kendimi bilim adamı olarak görmüyorum) ben de Sayın Birdoğan’a katılmak zorunda kalıyorum. Çünkü “Belgeler bilgilerin doğrulayıcısıdır”. Belgeler yetersiz olunca bilgiler yavan kalıyor.
Ballıkaya ile ilgili bilgiler yavan da olsa, belgeler yetersiz de olsa; burasının “Şah İbrahim Ocağı’nın bulunduğu yer” gerçeğini değiştiremez. Çünkü KARADİREK halen ayaktadır. Şah İbrahim soyundan Şah Velinin dergâhıdır. Yüzyıllardan beri halkın ziyaretgâhıdır. Halk inanmıştır, inanmaya devam etmektedir. Şah Velinin Pabucu (Bir teki var, diğer teki M. Fuat Bozkurt’un köyündedir) ve hırkası halen Ballıkaya’dadır.
Ballıkaya’nın merkezilik özelliğinin canlı kanıtlarıdır. Yine Şah Veli ile ilgili söylenceler halkın dilinde yaşamaktadır. Ben bunları yazıya dökerek unutulmalarını önlemeyi amaçlıyorum. Size göndereceğim yazıların çoğunluğunu bu söylenceler oluşturuyor. Kitaplaşma aşamasında olan çalışmamdan bazı bölümleri konuyla ilgilenen bazı kişilere de verdim. Örneğin size verdiğim kitapta Vayloğ Dede ile Şah Veli bölümleri var. Ayrıca Antalya İli Kültür Md. Yardımcısı Musa Seyirci’nin hazırladığı Abdal Musa Sultan adlı kitapta, iki söylence, iki satırlık bir konu ve dört dörtlükten oluşan bir şiir tarafımdan verildi. Konular Abdal Musa ile ilgili.
Gönül isterdi ki Sayın Musa Seyirci kitabında bunlara yer verirken kaynak da belirtsin. Belirtmemiş, sağlık olsun. Sizin kitabınızı sizden izinsiz çevirdiklerini söylediğinizde “olsun” demiştiniz. Ben de sizin gibi, hoşgörülü davranarak “olsun”, “varsın adımdan söz etmesin” diyorum.
...
Son birkaç yıldan beri pek mektup yazdığım da yok. Ondan olsa gerek, uzattım da uzattım.
Malatya sıcak da sıcak… Köyün serin olduğunu söylüyorlar. Ancak bir türlü gidemedik. Biraz da boşlukta kalmanın etkisi var.
İrene Melikof’un “Uyur İdik Uyardılar“ adlı kitabını aldım. Baş taraflarında sizden de söz ediyor. Sanırım çalışmalarınızı daha da yoğunlaştırmışsınızdır. Çalışmalarınızda eşiniz de size yardım ediyordur mutlaka.
Mektubuma son verirken selam ve saygılarımı sunarım. Eşinize ve size yaşam boyu mutluluklar dilerim. Eşim ve çocuklar (Ozan, Gül, Yazar) selam eder ellerinizden öperler. 

Sayın M. Fuat BOZKURT’a ayrıca selamlar...
Cevap yazarsanız memnun olurum.


5 AĞUSTOS 1993
Süleyman ÖZEROL

Utrecht Üniversitesi’nde İslami Diller ve Kültürler Kürsüsünün başında bulunan Frederick De Jong, Arapça ve İslam kültürü uzmanıdır. Bektaşilik ile ilgili çalışmaları ile tanınan Frederick DeJong'un başlıca Sufiordersin Ottomqn and Post-Ottoman Egyptand the MiddteEast (2001) Ve (Bernd Radtke ilebirlikte çıkardığı) Islamic Mystic İsm Contested: Thirteen Centu-ries Of Controversiesqnd Polemics (1ggg) adlı çalışmaları bulunmaktadır.
1991 ve 1992 yıllarında Malatya'ya geldiğinde kendisi ile tanışmış ve görüşmüştüm. Bu süreçte mektuplaşmalarımız oldu.

Her Gün Yazmazsam Rahatsız Oluyorum

Her Gün Yazmazsam Rahatsız Oluyorum


Merhaba,
Çok okuduğunu görüyorum...
Sanırım artık yazman gerek.
Homongolos'u neden sorduğumu sorman bile bunu gösteriyor.
Yazmada geç kalırsan sıkıntı yaşarsın...
Soruların yanıtlarını ya da nedenlerini ve niçinlerini zamanla düşünmek yerine yazıp kayıt altına almak daha iyidir.
Bazı konuları yıllar sonra, "keşke yazsaydım" demek bir yarar sağlamıyor. Çünkü yıllar sonra geriye dönüş yaptığında bellekte var olan çok şey geri gelmeyebiliyor. Gelenler ancak çok iz bırakanlar oluyor.
Ben 1983 yılında geriye dönüş yaptığımda 1962'ye dönüş yapabilmiştim. Yani yaklaşık 20 yıl öncesinden itibaren yazmaya başladım ve 12 Eylüle kadar geldim, birinci bölüm dedim. İkinci bölüm ise sürüyor elbette. Çünkü daha yeni ve canlı anılar var, hatta çoğu gazete sayfalarına aktarılmış, kitaplara girmiş.
Bilmem sen kaç yıl geriye dönüş yapabilirsin?
Hani mektuptan söz etmiştin ve o zaman hemen aklıma Özlem'e 2006 yılında yazdığım mektup gelmişti.
“Mektup, arkadaş gibidir.
Göremediğin, görüşemediğin, uzakta kaldığın annenin, babanın, kardeşin, eşin, dostun, sevdalının, arkadaşın yazılı sesidir.
Ne kadar güzel cümlelerle, ne kadar güzel haberlerle karşılaşırsan
o kadar mutlu olursun."
16 Mart 2006/Ankara
Aslında "Eski Bir Veda Mektubu" taşıyan bir mektubun girişi idi bunlar.
Eğer o zaman yazmasaydım, daha sonra yazabilir midim bilemiyorum.
Hemen ardından şunları yazmışım ve oldukça da uzatmışım.
"Bir mektubu bile benden esirgedin. Ben iki yıl mektubunu bekledim, sen sabahı bile beklemedin bir ileti için. .."
Geriye dönüşlerde ayrıntıyı yakalamak zor olduğundan anında yazmanın daha uygun olduğunu düşünüyorum. O zaman yazmışım işte...
“Daha önce de belirtmiştim telefonda, hiç mektup almamıştım. İlk defa sizden geldi” diyordu mektuplarından birinde. Ben ise yazmayı yaşam biçimi gibi düşünüyordum ve her gün yazmazsam rahatsız oluyordum. Çok mektup yazdım, çok şiir yazdım...
“Başkalarını Mutlu Edebilme Mutluluğu” (1993) benim ilk köşe yazımın başlığı. Kendi kalemimden yaşamöykümde de bu deyimi kullandım (Arguvan Olgusu dergisinin geçen hafta çıkan sayısında yayınlandı), birçok internet sitesinde ve kendi sitemde de (Süleyman Özerol adlı Kullanıcının alanı) var. Amacım hep bu oldu (Çünkü insanın çevresindekiler mutlu olursa kendisi de mutlu olur) insanlarla ilişkilerimde.
“Çıkar” üzerine kurulu dünyada, çıkarını düşünmeyen bir sen mi varsın?” diyebilir, eleştiri yönetebilirsin. Bu senin en doğal düşüncen olabilir. Ama ben buyum! (Bunlar da 2008 yılından)
Şimdi, "Bana özel yaşamından söz etme diyordun, sen özel yaşamından söz ediyorsun" diyeceksin. Elbette ki haklısın... Ama ben sana mektup yazmaya söz verdiğim için yazdım bunları...
Selam ve sevgilerimi iletiyorum...

Süleyman ÖZEROL
26 Ağustos 2015, Ballıkaya