17 Aralık 2018 Pazartesi

Dizeler İz Bırakabilmeli



Dizeler İz Bırakabilmeli

















Öyle bir sevda ek ki yüreğime, hasat zamanı seninle harman olayım.
Öyle bir umut ek ki hayalime, rüyalarımda bile mutlu olayım.
Öyle bir gülüş ek ki zikrime, seni özleyince bile ağlamayayım.
Öyle sev öyle çok sev ki beni, sevdan olmadan yaşamayayım.

Galiba yüreğini ellerime koydun.
O yüzden bu kadar titriyorum.
Yüreğim elinde, atışlarını duyumsuyorsun.
Galibası yok, titriyorsun.
'Galiba' fazla…

Aşktan kaçmak, kazananı olmayan bir savaşa girmeye benzer.
Ve o savaşta hep sevdiğine yenilirsin.
Sana yenik yüreğimi alıp gitmek istiyorum buralardan.

Aşktan kaçılmaz...
Kaçmak, geriye çekilmektir, yer açmaktır sevdiğine.
Sevdaya yenik düşmektir

-Bocalama, yaz...
-Kaçılmaz mı?
-Yazmalıyım değil mi?
-Yaz elbette…
Yazmadıkça huzursuz oluyorsun gördüğüm kadarı ile
Evet, kaçılmaz, ama geriye çekilinir…

Hıııı…
Yaaa...
Beklenir, özlenir...
Evet, hasret kalınır.
Hasret yaralar, acıyı içe akıtır

Sen istediğin kadar 'kaçmak' de; aslında kaçılmaz, belki 'saklanılır'.
Bir şiirin ardına, bir dizenin ardına, bir simgenin ardına…

Sevenin ateşi önce sevilene düşermiş…
Gerçekler saklanmaz, sırlanır.
Sen 'sırlanır' de; özü aynı…
Evet, ama içinde sönmez, o ateş yanar.

Ateş; bazen kor olur, bazen yangın, bazen küllenir.
Sonra o küller savrulur.
Yeniden tutuşursun…
Sevda ateş’ten kor değil mi?

Dizeler iz bırakabilmeli…
O ateşin sonunda oluşan dizeler…

Ey Sevgili Kadın

Ey Sevgili Kadın
Ey sevgili kadın, 
Sen anasın, sen yarsın... Didinirsin dünü gün evde. Bir büyüğe, bir hastaya, bir evlada koşarsın. Hele de torun olursa, daha bir çırpınırsın. Dünyanın yükü omzunda, yorgunsun her gün. Yorgunluğun kimin umurunda ki?
Sahi on üçte mi, on beşte mi anne oldun? Çoluk çocuğa karıştın daha çocuk yaşında iken. Yıllardır sevdan bitmez.
Yaşayamadığın çocukluk ve gençliğini, yaşadıklarını gel de anlat bir sırasında… Yaşamının acıları yanık sesine yansımış. Söylediğin türküler bir kulağımdan girse de diğerinden çıkmaz. Mıh gibidir usumda, dalgalanır duygularım arasında, bir türlü bir yere oturmaz.
Yeter, yeter artık ey sevgili kadın! Bu kadar dertli söyleme. Seni ne zaman dinlesem saçlarım dikelir, kaybolurum gözlerinin karasında.
Satırlarıma girdin ve yüzünü görmeden ezberledim. Gülkurusu yüzün hüznünü saklar. Ancak çektiklerin sanki alnındaki çizgilerin arasında yazılı gibidir.
Gel gitme, kırma sol yanımı, üzme yüreğimi. Gidersen kırılır bir bir umutlarım, kesilir aşım ekmeğim suyum, öksüz kalır şiirlerim. Gecelerime yıldız doğmaz, naçar kalır bugünüm yarınım. Gel gitme, biliyorsun ki seni çok seviyorum.
Sana ne çok ihtiyacım var, çok özledim seni. Yar özlemi, bir de sırdaşımsın. Çok arzuluyorum seni, ancak çok uzaklardasın. Olsun, ben böyle de mutluyum.
Arasan ne fark eder, aramasan ne fark eder... 

Peki, ben arasam ölür müsün? 
Yoooo! Ama ölmeni istemem...
Acaba bir süreliğine ‘meşgul’ mu olmuştuk? Acaba boşluk mu doldurmuştuk? “Elbet bir gün karşılaşırız” diye düşündüğümü sana birçok kez söylemiştim. Evet, bir gün mutlak karşılaşacağız. Ancak nerede, ne zaman ve nasıl, onu bilemem…
Günü doldurduğum kişilerin galiba keyfi yerine gelince veda etmeden gidiyorlar. Ancak, veda etmeden giden mutlaka döner; sen, sakın dönme!

15 Ekim 2018 Pazartesi

İzzet Aran'a Mektup

Kısas Fotoğrafları Hakkında İzzet Aran'a Mektup 
Kısas’a vardığım 1975 yılından itibaren 5,5 yıl orada kaldım. Bu dosyadaki fotoğraflar orada kaldığım süre içinde çektiklerimden bir bölümüdür. Bunlardan 27 Nisan 2002 tarihinde Kısas’ta Aşure Gününde sergilediklerim oldu. 
Bu fotoğraflarda bazıları kendilerini, bazıları arkadaşlarını, bazıları babaları-dedelerini bulacaklar, geçmişe yolculuk yaparak 30 yıl öncesinden başlayarak 25 yıl öncesine kadar zaman dilimini anımsayacaklardır.
Elbette ki bu fotoğraflarda köyü boydan boya çamuru boylayarak yürüdüğümün, okulun dikenli tellerini onardığımın, elimi tuvalet deliğine sokarak taş temizlediğimin, camcıya para vermemek için kırılan camları taktığımın, velilerle görüşmelerimizin, köylülere iş istemek için belediyeye ve sağlık müdürlüğüne yaptığımız baskının fotoğrafı yok.
Yaşlılarla muhabbet ettiğimizin, 9 Mart 1981 gecesi Çamlıdere Jandarma Karakolunun nezarethanesinde sabaha kadar uyumadan türkü söylediğimizin, 16–20 Mart 1981 günlerinde Urfa sıkıyönetiminin bodrumunda yattığımızın, çıktıktan sonra Siverek’e gittiğimizin fotoğrafı yok…
Olsun, onları yazarak kalıcı kıldım zaten...
Yine de bu fotoğraflar yaklaşık altı yılık Kısas’taki görevim sırasında unutamayacağım siyah-beyaz kareler. Bunları kullananların da fotoğrafları benim çektiğimin (Yalnızca yerel giyimli kendi fotoğrafım adını anımsamadığım bir Kısaslı tarafından çekilmiştir,) belirtmesi dileğimdir.
Zaman içinde diğer fotoğraflardan da düzenleme yaparak Kısas kültürü ile ilgilenenlere sunmayı bir görev sayıyorum.
Şimdilik bu kadar diyor, saygı, sevgi ve selamlarımı Kısas halkına gönderiyorum. Kısas’ta da benim fotoğraflarım olanlar varsa bildirir ya da gönderirlerse memnun olurum.
Hoşça kalın!

Süleyman ÖZEROL
Araştırmacı-Gazeteci/
Malatya Yorum Gazetesi Yazı İşleri Müdürü


30 Ağustos 2018 Perşembe

Okumuş Adam Tehlikeli ve Zararlıdır!

Okumuş Adam Tehlikeli ve Zararlıdır!
Malatya İl Halk Kütüphanesinin Yeri

Süleyman Özerol

Temmuzun ikisinden beri köyüm Ballıkaya’dayım. Bayramın ikinci günü Malatya il merkezine gittim. Üç arkadaş öğlen saatlerinde Kernek Meydanına gittik. Çay içerken gözlerim “yel değirmenini” aradı. İşletmeci, “Şu fışkıran suların yerinde idi, kaldırıldı” dedi.
Yel değirmenini bu meydana yapanlar neden yapıldığını halka anlatmışlar mıydı? Bilemiyorum, bildiğim bir şey varsa buradaki parkın yok edildiği ve yerinin betonlaştırıldığıydı.
Yel değirmeni kaldırılınca güzel mi olmuş? Hiç de güzel görünmüyor var olan yer. Bir yerlerden su fışkırıyor ama her yer beton! Beton güzel mi olur?
Yüzlerce Malatyalı ailenin oturduğu park nerede?
Hani o kocaman havuz nerede?
Çocukların oynadığı oyun alanı nerede?
Hani nerede Müslüm Gürses’ler, Şükran Aylar?
Buraya park denebilir mi? Park özelliği kalmamış artık…
Kernek Meydanı deniyor. Meydan özelliği de kalmamış. Kaç kişiyi, alır ki?
Meydanın kenarında bulunan müzenin çevresine daha estetik bir görünüm kazandırılamaz mı?
Yönünüzü doğuya dönüp şöyle sola baktığınızda Kanalboyu’nu görürsünüz. İnönü Stadyumuna kadar uzanan kanalın kenarlarına her on metrede bir “Büyükşehir Belediyesi” levhası asılmış. Bu levhalar da olmasa kanalı ve çevre düzenlemesini Elazığ Belediyesinin yaptığını sanacaklar!
O kadar levhaya verilen para ile sanırım birkaç köyün acil gereksinimi karşılanabilirdi…
Cami ile müze arasında Malatya İl Halk Kütüphanesi vardı. Yirmi yıl önce levhası görünmezken duvarına “Kernek Meydanı” yazılı kocaman bir levha asılmıştı. Bunun üzerine, “Kütüphane mi, Kernek Meydanı mı?” diye yazı işleri müdürlüğünü yürüttüğüm Malatya Yorum’da manşet atarak haber yapmıştık.
Aradan yirmi yıl geçmiş, bu kez kütüphane binası yok edilmiş, bitişikte bulunan müzedeki çalışanlara sordum nereye gittiğini bilmiyorlar. Galiba Beş konaklara gitmiş!
Kültür Bakanlığının yirmi yıla yaklaşan süreçte ne kadar kitap bastığı ve kitaba ne kadar değer verdiği ortada. Kütüphaneleri de herhalde kapatırlar bu gidişle…
Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) verilerine göre Türkiye’de 2015 yılı itibariyle toplam 29 bin 522 kütüphane bulunurken 2016 yılında 552 kütüphane kapandı ve toplam kütüphane sayısı 28 bin 970′ düştü.
Türkiye genelinde 2016 yılında 1 milli kütüphane, 1.137 halk kütüphanesi, 552 üniversite kütüphanesi ve 27 bin 280 örgün ve yaygın eğitim kurumu kütüphanesi olmak üzere toplam 28 bin 970 kütüphane bulunuyor (Basından).
Madem Kültür Bakanlığının gücü yetmiyor, Malatya Belediyesi yanındaki meydana cami yapmayı kafasına takanlara sorsanız acaba kütüphaneye bir yer veremez mi? Ya da bir kütüphane yaptıramaz mı? Ya da başkaları…
Neden yapsınlar ki?
Okumuş adam tehlikeli ve zararlıdır!
Cahil gerekli cahil!
Birkaç saat içindeki gözlemlerimi dile getirmeye çalıştım. Demek ki Malatya’da uzun süre kalmış olsam pek çok sorun gözümün önünde olacak ve yazmadan da duramayacaktım.
Bayramdı değil mi?
Hani nerede o eski bayramlar?
Sürekli kalmadığım için belki de eleştirilerim havada kalacaktır. Ama olsun, kısa süreli de olsa kentimiz Malatya’yı gözlemlemek güzeldi…

17 Mayıs 2018 Perşembe

Sen Yaralı Temmuz Gibisin

Sen Yaralı Temmuz Gibisin








Merhaba,
Uzun zamandan sonra yazdığım bu mektubumda sana yaşantımın bir noktasında ‘yaşamıma değen’ birinden söz etmek istiyorum.
Birlikte söyleşilerimiz, güzel günlerimiz olmuştu. Hemen her yazışmamızda tartışmalı kavgalar yapardık. Hatta böyle bir bahar gününde yağmura yakalanmış, sırılsıklam olmuştuk. 
Acıları, tanıştığımız 2007 yılından beri hep bana dokunmuştu. 
8 Eylül 2010 günü yazılı bir tartışmamızdan sonra şu şiiri yazmıştım.

Senin İçindi

Sen, Spartaküs
Sen, Annibal’ın kolundaki al
Sen, yaralı Temmuz
Ne fark eder ki adı 
İnsana kıyıldıktan sonra
Ha trafik canavarı
Ha emperyalizmin gerici maşası

Kırılmasaydı dal gibi ağacın
Kırılmasaydı nar gibi fidanın
Daha bir anlam kazanırdı yaşamın
Boy atardın geleceğe
Senin de sözün edilirdi tarihte

Sen yaralı Temmuz gibisin
Katlanırım sana, acılarına
Kırsan da beni
Kırılmam sana

Dayandığın acılar
Dayandığım acılar
Toplansa da kar etmez
Yetmişindeki delikanlıya

Yarım kalanları mı yazdın
Yarım bile olmayanları mı?
Yoksa gelecekte olmayan beni mi?
Gel, bir gün anlat bana

Uzun süredir konuşup yazışmamıştık ama kestirip atamazdım. 29 Ocak 2018 günü, “Merhaba, nasılsın? Annen nasıl?” diye yazdım. 
“Merhaba, iyiyiz… Annem biyolojik olarak iyi ama psikolojik olarak iyi değil” diye yanıt yazdı. “Çok geçmiş olsun” diye yazdığımda, “Sağ ol, sen nasılsın?” diyerek soruma yanıt verdi. 
“Teşekkür ederim. Yaşlanıyoruz yavaş yavaş, ama boş durmak yok. Yazıyorum, derliyorum, araştırıyorum. Dört yıldır kitap tasarımı çalışmalarına ağırlık verdim” diye açıklamada bulundum. 
“Güzel yapıyorsun… Senle görüşmeyeli artık ben yazmıyorum. Galiba yazmaya yöneltiyordun… Sonra iş, anne, inşaat, para… Hayal kırıklıkları… Hepsi boşalttı sözcüklerimi. Sevmeyince, hayal kurmayınca ve yaş elliyi geçince…” 
Bütün bunlar karşısında içimdeki kırılma karmakarışık oldu. “Üzgünüm… Ne diyebilirim ki? Ben altmış beş oldum, ne var yani?” diye araya girdim, o yazmasını sürdürdü. 
“Ve olmayınca hayatın getirisi, yeni kimlikler, eski kimliğim ile gelen sözler, davranışlar sakil durdu. Yaşımdakiler nine, oysa ben anne kimliğimi bekliyorum hala…”
‘Uzun süredir ne yazıştım ne konuştum’ demiştim ya; hep, ‘Yazarsam bir acısına dokunurum’ düşüncemden kaynaklanıyordu bu…
“Ben neden yazmadım sana peki?” sorusunu yazdım. Yanıt yazmadı, aradan üç gün geçti, 29 Ocak 2018 günü sorumu kendim yanıtladım; “Hep bunları anımsar, üzülürsün diye…”
Okumuştu yazdığımı, ancak yine de yanıt yazmadı.
Her ne kadar, “Senle görüşmeyeli artık ben yazmıyorum dese de cümleleri ve yazı kurgusu yerinde ve oldukça anlamlıydı. Yazdıkları bugün de bana dokundu. Hem kayıpları, hem umutsuzlukları, hem beklentileri beni hep yaraladı. Elimden bir şey gelmediğinden üzgünüm.

Ne demiştim?

Sen yaralı Temmuz gibisin
Katlanırım sana, acılarına
Kırsan da beni
Kırılmam sana…

Şiirimi okumuş, “Verdiğin önem için teşekkürler o şiir güzel” diye yazdı. Sonra, “Bir ara seslendirip yollarım sana, bir de öyle dinle” diye açıklama yaptı. Temmuz yerine, “Bu arada olsam olsam yarım kalmış Haziran olurum ya da Haziranın kapısında kalmış” diyerek Haziran’dan söz etti. Oysa Temmuz, emperyalizmin maşalarının simgesi idi…
Ha trafik canavarı, ha emperyalizmin gerici maşası kıymış; ne fark eder ki adı, insana kıyıldıktan sonra?
Tüm dünya insanlığının güzel günler görmesi dileğiyle sevgilerimi iletiyorum. 

14 Mayıs 2018

BANA YAZILMAYAN MEKTUP


Bu gün bir mektup okudum , bana yazılmamış. Bana yazılmayan mektubu nasıl okudum? Birilerinin özelini mi çaldım? Hayır, bana yazılmayan ama benim konu edildiğim mektup bana geldi. Resmi yazışmalarda vardır. Bir gereği için yazılan adres bir de bilgi amaçlı yazılan adres. Ben gereği için yazılan değildim, bilgim içindi.
Mektuplar sevindirir, hüzünlendirir. Birebir ya da telefon ile olan konuşmadan, bakışmadan farklıdır. Çünkü hem konuşur hem bakışır hem yüreğini gösterir. Düşünür, düşündürür. Öyle açlığı gidermek için yapılan atıştırmalık yemekler gibi değildir. Yapılması saatler alan, demlenen ve özenle hazırlanmış sofraya servis edilen yemek gibidir.

“Merhaba,
Uzun zamandan sonra yazdığım bu mektubumda sana yaşantımın bir noktasında ‘yaşamıma değen’ birinden söz etmek istiyorum.
Birlikte söyleşilerimiz, güzel günlerimiz olmuştu. Hemen her yazışmamızda tartışmalı kavgalar yapardık. Hatta böyle bir bahar gününde yağmura yakalanmış, sırılsıklam olmuştuk.
Acıları, tanıştığımız 2007 yılından beri hep bana dokunmuştu.
8 Eylül 2010 günü yazılı bir tartışmamızdan sonra şu şiiri yazmıştım.

Senin İçindi

Sen, Spartaküs
Sen, Annibal’ın kolundaki al
Sen, yaralı Temmuz
Ne fark eder ki adı
İnsana kıyıldıktan sonra
Ha trafik canavarı
Ha emperyalizmin gerici maşası

Kırılmasaydı dal gibi ağacın
Kırılmasaydı nar gibi fidanın
Daha bir anlam kazanırdı yaşamın
Boy atardın geleceğe
Senin de sözün edilirdi tarihte

Sen yaralı Temmuz gibisin
Katlanırım sana, acılarına
Kırsan da beni
Kırılmam sana

Dayandığın acılar
Dayandığım acılar
Toplansa da kar etmez
Yetmişindeki delikanlıya

Yarım kalanları mı yazdın
Yarım bile olmayanları mı?
Yoksa gelecekte olmayan beni mi?
Gel, bir gün anlat bana

Uzun süredir konuşup yazışmamıştık ama kestirip atamazdım. 29 Ocak 2018 günü, “Merhaba, nasılsın? Annen nasıl?” diye yazdım.
“Merhaba, iyiyiz… Annem biyolojik olarak iyi ama psikolojik olarak iyi değil” diye yanıt yazdı. “Çok geçmiş olsun” diye yazdığımda, “Sağ ol, sen nasılsın?” diyerek soruma yanıt verdi.
“Teşekkür ederim. Yaşlanıyoruz yavaş yavaş, ama boş durmak yok. Yazıyorum, derliyorum, araştırıyorum. Dört yıldır kitap tasarımı çalışmalarına ağırlık verdim” diye açıklamada bulundum.
“Güzel yapıyorsun… Senle görüşmeyeli artık ben yazmıyorum. Galiba yazmaya yöneltiyordun… Sonra iş, anne, inşaat, para… Hayal kırıklıkları… Hepsi boşalttı sözcüklerimi. Sevmeyince, hayal kurmayınca ve yaş elliyi geçince…”
Bütün bunlar karşısında içimdeki kırılma karmakarışık oldu. “Üzgünüm… Ne diyebilirim ki? Ben altmış beş oldum, ne var yani?” diye araya girdim, o yazmasını sürdürdü.
“Ve olmayınca hayatın getirisi, yeni kimlikler, eski kimliğim ile gelen sözler, davranışlar sakil durdu. Yaşımdakiler nine, oysa ben anne kimliğimi bekliyorum hala…”
‘Uzun süredir ne yazıştım ne konuştum’ demiştim ya; hep, ‘Yazarsam bir acısına dokunurum’ düşüncemden kaynaklanıyordu bu…
“Ben neden yazmadım sana peki?” sorusunu yazdım. Yanıt yazmadı, aradan üç gün geçti, 29 Ocak 2018 günü sorumu kendim yanıtladım; “Hep bunları anımsar, üzülürsün diye…”
Okumuştu yazdığımı, ancak yine de yanıt yazmadı.
Her ne kadar, “Senle görüşmeyeli artık ben yazmıyorum dese de cümleleri ve yazı kurgusu yerinde ve oldukça anlamlıydı. Yazdıkları bugün de bana dokundu. Hem kayıpları, hem umutsuzlukları, hem beklentileri beni hep yaraladı. Elimden bir şey gelmediğinden üzgünüm.

Ne demiştim?

Sen yaralı Temmuz gibisin
Katlanırım sana, acılarına
Kırsan da beni
Kırılmam sana…

Şiirimi okumuş, “Verdiğin önem için teşekkürler o şiir güzel” diye yazdı. Sonra, “Bir ara seslendirip yollarım sana, bir de öyle dinle” diye açıklama yaptı. Temmuz yerine, “Bu arada olsam olsam yarım kalmış Haziran olurum ya da Haziranın kapısında kalmış” diyerek Haziran’dan söz etti. Oysa Temmuz, emperyalizmin maşalarının simgesi idi…
Ha trafik canavarı, ha emperyalizmin gerici maşası kıymış; ne fark eder ki adı, insana kıyıldıktan sonra?
Tüm dünya insanlığının güzel günler görmesi dileğiyle sevgilerimi iletiyorum. “


Okudum sustum… sustum… sustum…
Suçlu hissettim kendimi. Sadece kendimi görmek, başkalarını görememek… Yaşadığım acı nedeni ile hem kendime acınmasından hoşlanmadığımı söylerken acındıran bir ben varmışım. İçimde ki yangının, hasretin, eksikliğin, kanayan yüreğin acısını başkalarından mı çıkardım? Hani ben her şeyi görendim? Hani acımı saklayıp başkalarının mutluluğunu paylaşandım? Bende yalancıymışım. Ataol Behramoğlu’nun şiiri gibi yaşadığımı sanıyorken…
“Ve kederi de yaşamalısın, namusluca, bütün benliğinle
Çünkü acılar da, sevinçler gibi olgunlaştırır insanı”
Beni duyan gören insanları ayırt edememişim, görmeyenlerin öfkesi ile. Çok geç olmadıysa eğer özür dilerim…


-----------------------------
Sebahat KARA: "Bana Yazılmayan Mektup, Söyleyemediklerim Blog 21 Mayıs 2018